1.12.20

Bu Bir Mektup Değildir.

                    

Bunları, sadece sana söyleyebildiğimden, sana söyledim.


Neden böyle bir şey yapıyorum, bilmiyorum. Yazı yazmak, bir şeyler okumak, dinlemek, izlemek, duymak, hissetmek, her biri çok ağır ve istemediğim şeyler. Nükhet'i çoktandır çürümeye bıraktım. En nihayetinde onunla mutsuz olduğumu ve artık gitmesini istediğimi biliyorum. Fakat bu eylemi de şimdilik ileriye erteliyorum. Malum, 2020 de berbat bir yıldı. Şikayet etmediğimi biliyorsun, mutsuzluktan şikayet edemem, neye sahipsem O'nun sayesinde sahip oldum. Asla gitmesine bir türlü izin veremediğim bir metres gibi sanki. Ama Kirkegaard'ın dediği gibi zalim bir sevgili, acımasız bir yatak arkadaşı, sürekli müstehcen ve sarkastik bir palyaço yüzü mumyası gibi. 


Neden böyle bir şey yapıyorum, bilmiyorum. Sana yazıyorum. Tanrım, bir onyıl daha sürecek bu esaret sanırım. Tanımak veya tanımamanın ötesinde, şu halinle, mahlasınla ve gerçek kimliğinle, uzaklığınla, düşselliğinle beni öldürüyor oluşundan söz edebilirim. Belki sana değil, doppelganger'ına bunları söylüyorum, emin değilim. Sen veya bir diğer sen. Ama kesinlikle sana ait, bir başka sen.


Benimsin diyorum, benimlesin.
İşte o, ‘’Islak ve üzerine güneşin gölgesi düşmüş gövdem onun gövdesinden başka ne ki sanki."


Dün gece tuhaf bir düş gördüm. Hangisinde bilmiyorum, ama bir dağda; kuzey ışıkları vardı. Tam olarak bulunduğum düzlemin kuzeydoğusundaydı. Sonra sol tarafa baktım, alabildiğine ileriye doğru. Gökyüzünde hareketsiz duran kusursuz bir kara parçası vardı, aslında kusursuz değildi, yalnızca öyle algıladım. Ancak düşümde gerçek olan benim algıladığımdı. Kara parçası, yalnızca ağaçtan oluşuyordu ve inanılmaz büyüklükte bir ağaçtı. Büyüklüğü ve yüceliği karşısında dehşete kapıldım. Gerçekten çok korktum. Hiçbir rüyamda böylesine yoğun bir korku hissetmemiştim. Dağ sanki trambolindi. Zıplaya zıplaya dağ düzleminin çevreleyen boşluğa atladım, düşlemden çıktım. 


Dibi tuttu bu tencerenin, yaptığım yemek bir bulamaçı andırıyor, pıhtılar atıyor beynim, taşikardiden kafayı bulan kalbim bütün gözeneklerimi sıkıştırıyor, soluyorum, saçımın kırmızı lüleleri cansızca yastığa dağılmışken öldüğümü hayal ediyorum, bir nilüfer gibi suda süzülerek sürüklendiğimi, aklımın ve irademin artık yok olduğunu ve kendimi doğanın kusursuz gamsızlığına teslim ettiğimi hayal ediyorum, bir hayvan olduğumu, bir incir kuşu, bir anemon, bir dulböcek.


Şimdi sesin sesime değse evlere aldanma demek isterim sana. İnsan en nihayetinde koşsa da, düşse de, uçsa da, hızlı da yürüse, yavaş da, en nihayetinde gideceği yere varıyor. Asla gidememek ve bu yüzden hep yolda olmak kadar asla gelememek ve bu yüzden hep evde kalmak da var. Ev erir. Evler erir. İçindekiler buharlaşır, sonra yağmur yağar eve. Odalar ıslanır, kötü kokar. Su çürük kokar biliyorsun. 


Tanrım, bu ayları biz üzülelim diye mi yarattın? Havanın bu denli erken kararmasının başka bir açıklaması olamaz. Sanki üç mahalle ötede bir başka iklimdesin, bunca mutluluğu sana yakıştıramıyorum, sanki mahallede elinde tıngırdayan neşeli zeytinlerle yürürken seni izleyen balgözlü bir kediymişim gibi geliyor, kendi düşlerimin hem müdahili, hem gözlemcisi oluyorum bir anda, ne iyi bir okur, ne de iyi bir yazarım şu sıralar keza, ama iyi bir düşleyiciyim, zihnimi böylelikle sizin sokağa doğru büküyorum ben de. Neden çoğul kullandım bilmiyorum, sanki benim sokağım benim tekil kullandığım, kimsesiz bir çıkmaz, seninki şıngırtılı bir mahalleymiş gibi. 


İşte bu ve buna benzer bir şeyler söylemeliydim birine saçmasapan, kontrol etmeden, umursamadan. Çok kereler anlamsızca bir şeyler söylemek istedim birilerine, bunu yapabileceğim bir tek sen vardın, ama sen de yoktun. Bir gün yine, bir salonda müzik dinleyip bir şeyler içerken, yanına üzgün bir halde otururum, sana yine saçmasapan, gereksiz mutsuzluktan veya mutluluktan bir şeyler söyleyebilirim belki. Sen yine beni çok mutlu sanıp mutluluğumun kaynağı ve kendi mutsuzluğunun kaynağıyla ilgili bol keseden atıp tutarken ben uzun uzun sana bakarım ve sana hiç seni seviyorum demediğimi farkederim.


Biliyorsun, insan uzun süre konuşmadığında bir şeyler söyleme hevesini yitiriyor. 


Biliyorsun, bizim Sait Faik gibi sevdiğimize mektup yazabileceğimiz kır kahvelerimiz olmadı.


Biliyorsun, küçücük odalarda birlikteydik, odalar büyüdükçe birlikte olunamıyor. 


Bunları, sadece senin okuyacağını bildiğimden, sana yazdım.


Öyle, ya da böyle.