8.11.11

dibe vurmak bir karar değildir.


sonunda gerçekle rüyayı, insanları, yerleri ve dilleri ayıramadığın bir noktaya geldin ve durdun. yarı boş bir gece kulübünün siyah duvarlı tuvaletinde yüzüne su çarparak ayılmaya çalışıyorsun bir süre, sonra vazgeçip geri dönüyorsun, dumanlı bir yerlerden geçip birkaç insanı iterek, ve kadehini bitir, buradan da gidiyorsunuz.

2 gün önce okyanusun kıyısında otururken çok güzel gözlü bir adama şunu demiştin, ''bana öyle geliyor ki artık dünyayı kocaman bir şehir olarak betimlemeliyiz.'' o da sana dönüp şunu demişti, ''ben aslında bir kitap yazıyordum ama yanlışlıkla tüm yazdıklarımı kaybettim.''

''geleneksel değerler canımıza tak ettiğinde, zorunlu olarak onları inkar eden ideolojiye yöneliriz. olumlu formüllerinden çok, inkar gücüyle baştan çıkarır o'' böyle demişti Cioran. bana kim olduğumu ve nereden geldiğimi sakın sorma. nereli olduğunuzla pek de ilgilenmiyorum aslında, bu puslu hava, bu martıları tekrar görmenin sevinci, bu simiti özlemek gibi, bu annem olsa öksürüyorum diye zencefili ağzıma dayardı gülümseyişi, çiftleşmeyi yeni öğrenen köpekleri izlemek, üşümek, suyu görünce sevinmek, birilerine doğduğun şehri anlatmaya çalışmak, hani neredeyse zıplayarak yürümek, canım bu bir rüyaysa haddinden uzun sürdü hadi uyanalım artık, omuzlarımdan tutup sarsıyor birileri, durun bir saniye,

artık kanındaki alkol oranını saklamanın imkanı yok, yoldaki kadife kırmızı koltuğa oturduğunuzu hayal meyal biliyorsun, içimden catpower-moonshiner söylüyorsun, seni kaldırıyorlar, şakalar gırla gidiyor, hiçbiri umrunda değil, hiçbir yerde olamayışını kutluyorsun, mutlusun, AMA HİÇBİRİNİZ BLANCHOT OKUMUYORSUNUZ İBNELER, oysa sen yazarken hiç küfür kullanmayı sevmezsin, küfür etmek lazım, küfür etmeniz lazım, yanına yanaşıp uyuşturucu ikram eden pakistanlılara, iyi geceler senorita diyen yavşak ispanyollara, aksanlı ingilizcelerini bağırarak konuşan avusturalyalılara, şunları yanımdan alın da eve gidelim, ev?

(ne kadar özledim birine tamam dur ben bir kahve koyayım mutfakta konuşalım bunları demeyi. MUTFAĞI ÖZLEDİM. ben. bütün mutfakları. çaydanlıkları, cezveleri, soğan doğrayan bütün anneleri, maç izleyip küfreden babaları. allah kahretsin. bunun konuyla ne alakası var?)

meydana geldiniz şimdi, uyku çok yakın, sonradan sana söyleyecekler, birine sarılıp ağlamışsın bir süre, 'i don't wanna go back' demişsin, yalan bu, nükhet uyduruyor bunları biliyorum, er geç geri dönmek isteyeceksin, bu kilise çanları, her taraftan çirkin cinler gibi üzerine atlayan gargoyle'lar, rönesansın tozunu yutmuş binalar sinirini bozacak, bundan kaçamazsın. şimdilik bunu düşünme, fakat, sigara, neyse ki hala biraz ayık olan birileri yandaki topluluğa yanaşıyor, duyuyorum, şey arkadaşım çok üzgün, bi sigaraya ihtiyacı var verebilir misiniz acaba, hoop yanımızda biri, amerikan aksanı, bir eyalet ismi, biz nereliyiz, kahretsin nereli olduğunu bilmek istemiyorum sigaramı ver ve defol, joder! merde! putain! fuck off! scheisse!

2 gün önce okyanusun kıyısında otururken çok güzel gözlü bir adama şunu demiştin, ''ben de bir kitap yazıyorum ama şimdilik sadece ilk cümlesi var.'' sonra o adam da sana şunu demişti, ''ne güzel, ilk cümleler her zaman en zorudur.'' sen de gülümsedin,'' başlangıçlarım iyidir fakat hiçbir şeyin sonunu getiremem.''


ağlamaklı cümleleriniz beni hasta ediyor. bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyorsanız evde oturmayın. bakın şiddeti seven biri değilim. saldırganlaşmayı sevmiyorum. değişiklik iyidir. hanımefendilik kötüdür.  kendime söz verdim, o kitabı yazacağım. mihenk taşlarımı denize atmazsam batacağım. köklerimi kesebilirsem bir gün hepinizi unutacağım. 

25.9.11

geçmişe öykünmek suçtur.



bir yer bulabildim sandın kendine sonunda, oturduğun masanın dibinde bir ortanca yetişiyordu, sokaktaki her 10 insandan 9buçuğunun ortanca diye bir çiçek olduğunu bilmeyişi kalbini kırıyordu, çiçeklere iyi gelen birisi olsaydın onları evde beslemeyi deneyebilirdin. arada bir kendi kendine gülüyorsun o masaya her oturduğunda, masanın dibine mavi bir köpek bağlı ve onu senden başka kimse görmüyor sanki, evin yoktu hiçbir yerde ama Ev'in vardı her yerde, şimdi görünmez sanıyorsun kendini bunca tahta masa ve sandalye arasında, mesela Çengelköy'de tek başına, her gün burada oluşuna kimse anlam veremiyor ya da aslında her anlamı veriyorlar bakışlarıyla, o yer'in senatoryuma benzer bir hali oluyor kimi zaman, ağaçlarla konuşan adamlar ve şallara bürünmüş kadınlar ve onlardan olma kabuğuna kısılmış evlatlarla dolup taşıyor bahçe, böcekler ampul patlatmaya yeltenene değin oturuyorsun orada, masaya sürekli birileri oturup kalkıyorlar, fakat Halise hanım böyle demişti yahut Erkan bey'in zevcesi vefat etmişti duymuş muydum, abla okul harçlığı versene, kızım sen o üstünle üşüteceksin mazallah kuş kadar kalmış zaten suratın, o karıları şeytan sarışın ırkların koca koca kitaplarını okumaya geçer miymiş dünya, git iki film gör, pera'da şöyle bir gezin daha gençsin, dur bir saniye, evladım dul muydun sen?

- dullara yas yakışır yasası henüz çıkmadı abla, yüzün gülsün.
- beyefendi ben çay söylemiştim ama hava karardı.

hayır ben kimdim yazar değildim kitap falan da yazmıyordum, sözcüklerini ışıltılı bir taçmışcasına kafasında taşıyanlara sempati beslemedim hiç, ya da güzelliklerini altın bir bilezikmişçesine dolaştıranlara, aşka aşık olanlara, yalnızlığa ahkam kesenlere, genel geçer yargılar durağında bir ömür geçirenlere, hayır sevmedim onları, çünkü ben çok az insan sevdim, sevmeyi hayatta kalabilmek için bir son çare olarak gördüm, insan kendini bir çukurda duyumsuyorsa o çukurda çok az insan isteme hakkına sahiptir yanında, süslü saksılar yerine yağ kutusunda yetişen bitkiler, kuş pislikleriyle dolu ferforjeler, tozlu perdelerin örttüğü gıcırdayan tahta pencereler ; benim dünyamda pimapen, çelik kapı ve televizyon icat olmamış olabilir, akçaburgazlı yekta'nın eve girişini bekler gibi soğuk elmalardan sular sıkarım bir sedirin üstünde, kalkıp yerdeki halıyı silerim ansızın, kalkıp kendi yüzümü aynadan silerim kimi zaman, yeni bir yüz boyarım kendime, biri saçımdan tutup serin çimlerin üstünde beni sürükleyene kadar o evde yaşarım, kimsin sen, bir sincap ölüsü kadar zararsız bekleyeceğim seni o çukurda.

- dantelleri suya bas da vişneler içine işlemesin.

gölgesinden ödü kopar, tespih çeker yahut tırnaklarına bakar durur bir adam, her gün bir kadın gelir durur bahçesine, genç ve kambur hafif, karamel bakışlı, ürkekmiş gibi davranır ki ona ilişmesinler, adam bilir bunu, ilişmez, inceden takılır bazen, cevabını da alacağını bilir, masayı siler peçete götürür çay taşır ıslık çalar ortancayı sular tespih çeker bir kendi eline bakar bir kadının ellerine ve o lahza bilir daha da üşüdüğünü bahçenin, mevsime bakmaz da ıslığa bakar o bahçe, suya bakar, kadına bakar bir şalın yününe sarılırcasına.

2.8.11

seni görmem lazım aramızdan çekil.



Senden nefret ediyorum çünkü Edirne’de bir yatağımız var. Büyük, beyaz. Aklımı yarasalar basıyor, hiç hayra alamet değil. Tavana bakıyoruz. Çünkü tavana bakmamızı istiyorum, birbirimizin yüzüne bakmaktan yorulduk. Hala alabiliyorken nefes alıyorum, korkma benim dokum cam,

Doktor yüzüme bakıp kalbinde dilatasyon var senin dedi. Boş boş baktım. Dilatasyon ; içi boş organların genişlemesi diye devam etti. Alınmıştım, benim kalbim hiçbir zaman boş değildir bayım, diye bağırdım. Yüzüme hiç bakmadan devam etti, ilaç yazıyorum ama bu yetmez, bir daha aşık olmamalısın. Reçeteyi carrrt diye kopardı. Yerimden zıplayıp yanına seğirttim, bakın, doktor bey, içi boş herhangi bir organımı feda edebilirim ama kalbim olmaz. Sizinle bir anlaşma yapalım. Gözbebeklerimi verebilirim, istedikleri kadar genişleyebilirler kimse farketmez, nasıl olsa gözlerim siyahtır, bakın, gördünüz mü, viper black, doktor bey, nereye gidiyorsunuz,

Artık bana sarılmamak için güzel bir bahanen var, KALBİM GENİŞLİYOR. Canımın yanmadığına yemin üstüne yemin, ama biz buna bir masal uydurduk, bazen seni üzgün gördüğüm zamanlarda büyük beyaz yatağın sen tarafına sürünüp ellerimi yüzünde gezdiriyordum ve bir günlüğüne cam olmasaydım benimle sin ropas olur muydun diyorum sana. Sense, bir kahve içeyim bakarız diyorsun ve beni kızdırmak için her şeyin ‘reel’ olduğu bir dünyadan söz ediyorsun, senin dünyan biraz tuhaf, o dünyada varolabilmek için ben sonsuza kadar saçlarımı uzatıyorum ve gelincik rengine boyuyorum durmadan, bana kendinden bahset, ama bahsetmek fiillerin en zorudur,

Bundan onyedi ya da onbir yıl sonra seni Edirne’deki büyük beyaz yatağımızda kendi ellerimle boğuyor olacağımdan habersizce uyuyorsun. Senden nefret ediyorum. Senin yüzünden devasa bir kalbe dönüştüm, sinirli bir ritmle atmaya devam eden, rustik, coxcomb red bir kütleyim. Aramızda bir üveylik var, SENİ GÖRMEM LAZIM ARAMIZDAN ÇEKİL, ve sonra evet uyanıyorum üzerimde el izlerin var, yatak git gide genişliyor ve ben isterik bir sesle sana doğru uzanıp diyorum ki; çabuk ol, zamanımız az kaldı, derhal beni sevmezsen bütün atları vuracaklar.

Tedavül bir eşya mıdır?
-Yanlışlar.

29.7.11

bir ilişki nasıl olmalıdır birinci manifesto



1. Bir ilişki ilişmekle yetinmemelidir. Kıyıya, köşeye, ucuna veya kenarına oturmakla, oturuyormuş gibi yapmakla gemi yürütülmez. Üzerine oturulacak şey süngü bile olsa, tam anlamıyla oturmak şarttır.

2. Islak olmayan bir ilişki düşünülemez.

3. Aslında ilişki diye bir şey yoktur; her şey palavradır. İki insan ancak birbirlerine ilişmedikleri sürece birbirlerini yaşatabilir. Birlikte değişim bir ortaçağ yalanıdır.

4. Olmuyorsa olmuyor kuralı: kelek kavuna şeker serpmek kadar anlamsız bir hareket daha bulunabilir, ama bu zor olacaktır.

5. Herkesin kavun yerine ayva yemeye hakkı vardır.

6. Duvar çentiklerinin gölgesinin derin olacağı unutulmamalıdır.

7. Söylenmeyen söz ağırlaşır.

8. Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir.

9. Bir ilişkide gerçek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla kaç kilo ettiği bilinemez.

10. Avukatlar ve polisler, sevgiyi mülkiyet kanunlarının hükmüne sokmakta başarısızlığa uğramaya mahkumdur.

11. Bedenlerin birbirine alışması söz konusudur. Bu, beyinler için de geçerlidir. Bu konuyla küçük mavi cinler ilgilenecektir.

12. Acı çektirme sanatı gün geçtikçe ilerlemektedir.her ilişkinin amacı, bu sanatı kusursuzluğa ulaştırmak için çabalamaktır.

13. Her insanın duvarları vardır. Her duvarın gedikleri vardır. İlişkide dürüstlük, insanların birbirlerine verdiği ve bu gedikleri gösteren haritaların doğruluk derecesiyle orantılıdır. Orantı sabiti 1.7'dir.

14. Duvarlara işemeyiniz.

15. Her insanın paspas olmaktan sıkılmaya hakkı vardır.

16. Beklemek erdem değil, çaresizliktir.

17. İnsan temelde yalnızdır. Üst katlar için kesin bir şey söylenemez.

18. Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılırsa raconu kalmaz.

19. Erken kalkanın kahvaltıyı hazırlaması, uzun vadede bir ütopyadan ibarettir.

20. In the long run we are all alive.

21. İnsan tek başına da sıkılabiliyorsa bu becerisini geliştirmelidir.

22. Aslıda ilişki diye bir şey vardır. Her şeyin palavra olması hiçbir şeyi değiştirmez. Aşk her ilişkide bir olasılıktır. Yaşam da her ilişkide bir olasılıktır. Dolayısıyla aşkın ne olduğu bilinmemekle birlikte yaşam aşktır. Bu madde, 3. maddeyle çelişmez.

23. Diğerinin bokunu temizlemek, aşkın varlığını kanıtlamaz. Diğerinin aşkını temizlemek, bokun varlığını kanıtlar.

24. Metal yorgunluğu, uzun süre sıkılı kalan bir vidanın ya da bükülü duran bir levhanın yorulup kırılması gibi bir şeydir. Aynı paralelde ilişki yorgunluğundan söz edilebilir.

25. İlişki, il-İŞ-ki değildir. Fazla mesai ücrete tabi değildir. Görev bilincinizi götünüze sokunuz.

26. İlişkilerde eşzamanlılık olanaksızdır. Herkesin zamanı kendine göre işler. Ortada tek bir dağın olması, değişik açılardan bakıldığında değişik şeyleri görüldüğü gerçeğini değiştirmez.

27. Rüyalar, anılar kadar önemlidir. Tabiri caizdir.

28. Herkes kendi efsanesini kurmak ve yaşatmakla yükümlüdür. Ancak bireysel efsaneler var olduğunda ortak bir efsane oluşturulabilir.

29. Dil, iletişim kurmak için başvurulacak son amaçlardan biri olmalıdır. Bir çelişki gibi görünse de konuşmak şarttır. Bu, koklaşmanın ve telepatinin önemini hiçbir şekilde yadsımaz.

30. Yolların uzun ve ince olması, üzerlerinde gündüz-gece gidilmesini gerektirmez.

31. Her sonun nasıl olacağı en başından bellidir.

32. Eğer bir ilişkinin bitmesi mümkünse bitecektir.

33. Bunun birinci manifesto olması, ikinci bir manifestonun olmayacağı anlamına gelmez.


Cem AKAŞ

23.7.11

zehrini al, zembereğini bize bırak.


Bir şehir kazıntısı sesibozuk anlatıcıların delirme eşiğinden sesleniyor, an be an güçlenen ve güzelleşen balıksırtı hayaller eşliğinde dansediyoruz, eteklerimiz hayali rüzgarlarda savruluyor, vapurları kovalayan martılar gibi delibaş bir sevinç o eskimiş dantel örtüdeki çay lekesi gibi içime gelip yerleşiyor, çıkmamacasına.

- Abla, hemşireyi çağır çabuk.

Gördüm. Hepsini gördüm. Damarımdan içeri verdikleri asitli sıvılara dokunan bakımsız elleri de, alnıma dokunan kara tırnaklı yabancıları da, yemek yesin ve hiç değilse bir bardak çay içsinler diye birbirlerine ısrar edip duran ve yatağımın başından ısrarla ayrılmayan o çoğul bireyleri, oğul yarılarını ve kız kurularını, hepsini sezdim ve baygınlıklarımı bileyledim. Hınçlanmadım, siz sizi duyduğumu ne bilirdiniz ben ses etmesem?

- Yani aymazlık bu canım, düpedüz aymazlık. Kim cüret ederdi ki ona zarar vermeye dağ gibi adam boylu poslu, karlı dağlar gibi vurdumduymaz, heybetli hem. Biz ne anlardık kadın kadına oturmuş, oturmuş hep beraber işte, herkesin elinde bıçaklar ve sebze meyve en envaisinden, kimse kimseye zarar veremezdi ki, insan ancak kendi kendine zarar verebilirdi oysa biz onu yapmayı bile düşünemezdik. Bıçağı tutmasına tutardık ama kullanmasını bilmezdik. Hem dedim ya, oturmuştuk kadın kadına. Dağ gibi adam hem..


De ki : ben istersem çok güzel yazarım. Burada bütün vapurlar kırmızı, bütün güzel kadınların ismi leyla, bütün mevsimler batıni; babam ötelerden durup durup söyleniyor, dünya tanrının mezbahasıdır diyor, bir astım öksürüğü duyuluyor içre, ablalarım durmadan örgü örüyor görmesem de hissediyorum, sular akıyor, akıyor, akıyooor, ay gibiyim, baktığın yere göre gölgesiz, gözler vişneçürüğü, eller sulusepken. Uyurum daha, daha neler uyurum, saatler mi çalışmamış, çocukları hangi köprülerden atmışlar, atları geçmiş mi tüm sular boylu boyunca..


*fotoğraf: L'avventura - Antonioni.

3.7.11

hepimiz yanlış mizansen kurbanıyız.


Rüyam suyun altında başlıyordu. Nefesim bitene dek yüzdüm, sonrasında büyük beyaz kabarcıklar çıkararak suyun yüzeyine yaklaştım, suyun yüzeyi benden uzaklaştıkça panik olmaya başladım, içimden sayı saymak istedim ama saydığım sayılar bildiğim sayılara hiç ama hiç benzemiyorlardı. Saçlarım git gide uzamışlardı ve bedenime dolanarak beni yavaşlatmak dışında hiçbir işe yaramıyorlardı. Nihayet suyun yüzeyini buldum, panik halde sudan uzaklaşmaya çalışırken başımı sert bir cisme çarptım. Gözlerim karardı, ellerimi öne uzattım, camdı bu. Tanıdık ve davetkardı, parmak uçlarımı elektriklendiren, içine girmek, camla bütün olmak gibi dürtülerle dolduran beynimi.

sana bugün romatizmanın bir mevsim olma korkusundan bahsedeceğim sevgilim
ve her şeyi simsiyah görmenin renk körlüğü olmadığından
çünkü bazı sözcükler her dilde italik, bazı çocuklar her coğrafyada laldir sevgilim
gece ve gündüzse iki aptal aşıktır olsa olsa, bütün ülkelerde kavgalı olan.


Kocaman bir saatti bu, normal bir insan boyunun belki on katı kadar. Ama sanki zamanı ölçmüyor gibiydi, neyi ölçtüğünü ben de bilmiyorum. Üzerindeki rakamlar bizim bildiğimiz rakamlara hiç benzemiyorlardı. Normal bir insanın yapabileceği en mantıklı şeyi yaptım, dehşete kapıldım, panikledim ve uyandım. Şimdilerde ise başka planlarım var, sonbahar gelirken yaprakların hafızasındaki değişimleri kaydedebilecek bir cihaz üzerinde çalışıyorum. Organların hafızalarından sonra bir de dış dünyadaki güzelliklerin hafızalarını okumak istiyorum. Evet, bunu derinden
istediğimi söyleyebilirim. Balkon sepetinde kuş taşıyan binaların mimarileri
beni korkutuyor. Etimdeki kuşların göç ettikleri bir gün, kendi boşluğuma
bir iskemle yerleştirip, usulca oturuyorum, sonra o uzaklaşan, o beni
ve bütün gövdemi terk eden kuşları seyrediyorum! Bağıra çağıra kaçışları
ürkütüyor beni. Aralarında olmak zor olmasa da kendi yırtıklarımı bir kaç tümörle dikmek fikri geliyor aklıma. O tümörlerin birer kumaş olmaları beni rahatlatıyor. O tümörlerin ötekilerim olması beni huzursuz ediyor.

Çok ayıp bir kutsal kitabın son cümlesi olmak istiyordum
Ölen peygamberlerin nüfus memuru olmak zorunda bırakılmıştım!

Nükhet sabah çıkmadan önce bana bir not yazmış : Saat 07:32. Üstüme bütün odayı giyiyorum. Çünkü bu içinde donakaldığım uzay çok soğuk! Bir ilkokul zili çalıyor diyorum kendi kendime, kendi koridorlarımdan çıkıp en yakın
tımarhaneye sığınıyorum.

Sanırım aklımı korumam gerekli, her an düşük yapabilir!

19.6.11

benim gördüklerime sen de dokun diye.



sevgili okuyucu, gel sen bana inan.

havaalanlarının loşluğuna inan, viktor levi'nin ekşimsi şarabıyla alaturka akşamlarına inan, kadıköy'ün bütün kedilerinin güzel ve bütün oğlanlarının yakışıklı olduğuna inan, balıkçıların tezgah kapatırkenki burukluğuna inan, masa üstünden el ele tutuşup aşk fısıltıları yaratmanın sıkıcılığına inan, gece yarısı bahariye caddesinde yemek arayan martıların ıssızlığına inan, denizin kenarında aradığın bir şey varsa onun huzuruna inan, koşuyolu'nun tek katlı evlerine ve dudullu'nun gecekondularına inan, dünyanın bütün sokak köpeklerine inan, gebze'nin boğuculuğuna ve fabrikaların yabaniliğine inan, eskihisar asfaltında saçlarını tarayan adamın deliliğine inan, hele hele feribotlara beş defa inan, yalovanın küçücüklüğüne inan, ne kadar az il gördüğüne inan, terminalde feryadı basan sakat teyzelerin uğursuzluğuna inan, yol kenarında acur satan delikanlıların esmerliğine inan, içebildiğin suya inan, nereye ve neden gittiğini öğrenenlerin sana deli demesine inan,

her yanını ev basmamış ormanlara ve gözünü insan bürümemiş yollara inan


inan bir sevgilinin aynı bu yoldan geçtiği ihtimaline, inan balıkesir'e ve birsen tezer'e, inan hayalbozanlara, yobazlara, statükoculara, karşıdevrimcilere, ütopyacılara, inan biçimsiz sokak lambalarına, inan bu ülkenin insanlarının mutsuzluğuna, inan köylere, esvablara, yaşmaklara, inan besmelesiz binilmeyen otobüslere, inan kaoslara gebe terminallere, inan ece ayhan'ın parçalı bulutlu şehrine,

onca yolun ardından durup düşünecek vakit bulduğunda özlediklerine
işte onlara inanmalısın en çok, bir de bakıp bakıp ellerine.

8.6.11

hangi yangında kül oldun bana sormadan?

Şiddetle hatırlıyorum o günü. O kadar parlaktı ki gerçek olamazdı.



Bana yazıp asla göstermediğin o uzun mektup. Sana dikiş bilmeyen ellerimle diktiğim bez bebek. Dinlerken hep kalbimin bir başka çarptığı Hallelujah. Ve sonsuza kadar sürecek gibi fonda, Leonard Cohen. Kusurlarımla yakışıklıyım diyebilecek kadar küstah – senin bu kadar sen olmana susuyorum. SÖZCÜKLERİME SAKLAN.

- Kırıldın mı bu söylediklerime?
- Kırılmadım, senin baktığın camın ardından kırgın görünüyorum sadece..

Yeni doğanların ve yeni ölenlerin tuzlanmadığı bir yerden geliyorum. Kalbinde küllük niyetine bir kadeh içinde bir parmak şarabın olsun. Ve benim içimde bir parmak aşk. Ve ikimizin ortasında öylece duran bir tabak küflü kimsesizlik. Floresan bir odada ölmeyi bekleyen iki böcek gibiyiz. Sen düşünecek misin durmadan, aramızda yüzlerce kilometre varken beni nasıl sevdiğini, aramızda bir metre bile yokken nasıl, ötekilerini .. bizim olan hep bir başkalarına kalacak, sevişemediğimiz o gecenin tamiri mümkün olmayacak.

- Yani diyorum ki tüm bu tantana, tüm bu yarıçıplaklığın acısı, bu piç olmuş paramparça rüyalar.. söylesene, hangi küfrün baş harflerine saklanmışlar?
- Altından geçtiğim umutsuz merdiven. sus pus. hangi kıpırtısız denizden gülümsüyorsun bana?


Sıcak bir yaz vedası. Titreyen ellerimizde tüten çay. Kalpleri bize göre atmayan yabancılar; hırkalarımıza sinmiş gereksiz bir yağmur sesi gibiler. Üstümde senin kokunda uyandığım otobüs. Yanımdaki kızıl saçlı küçük kız. Kucağımda bir dergi ve adınla başlayan bir kitap.

Kendi bahçemden toplayamadığım. Daldaki inatçı vişne.
Dokundukça ellerimi boyayan. Düşündükçe aklımı kanayan.

30.5.11

rüyanda ben varsam o rüya biraz da benimdir.



''Griyle yeşil karışımı, çok geniş bir yeşillikte küçük küçük evler var. Senle bir kulübedeyiz. Yanımızda tanımadığım, çok soluk tenli İsveççe konuşan insanlar var. Kulübenin tam ortasında bir sunak var ve sunakta bir haça gerilmiş çok uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir adam var. Adamın vampir olduğunu, ritüelin ilerleyen anlarında haçtan kendini kurtarıp seni öldürdüğünde öğreniyorum. Sen can verirken, ben canı yanan yaralı hayvanlar gibi dışarı koşup bağırmaya başlıyorum. O anda orasının 1600 lerde bir Sırp köyü olduğunu fark ediyorum. Etrafta ağızları pis küçük çocuklar var. Kimilerinin elinde kırmızı böğürtlenler görüyorum, gülümseyerek bana bakıp bir yerden ağız dolusu yiyorlar. İyice kendimden geçiyorum ve kulübeye koşup seni kucaklayıp köy meydanına doğru koşuyorum. Yüzü yanmış bir büyücünün yanında buluyorum kendimi. Sen ölmüşsün. Ondan seni diriltmesini istiyorum. Vudu büyüsü yapmasını filan. O da kahkahalar atıp, bana böğürtlen uzatıyor. Ağlamaya başlıyorum. Senin boynun ve bileklerin kan içinde. Sarışın vampir şah damarından ve bileklerinden kan içmiş. Sonra bana erkek sesiyle yüzü yanmış büyücü kadın - şaman giysileri ve etrafında şaman ikonları var - bir tane topluma adapte olmaya çalışan, 100 yıldan geçkin olmayan bir süre önce dönüştürülmüş bir vampir bulup, onun tarafından benim de vampire dönüştürülmem ve bu şekilde kanımı sana içirmem gerektiğini söylüyor. Anca böyle bir üçleme ile kanım iyileştirici bir panzehire dönüşüp seni yeniden hayata döndürebilirmiş. O vampiri köyün dışında buluyorum. Beni dönüştürmeyi kabul ediyor. Ve ben de kanımı sana içirerek seni iyileştiriyorum. Eskisinden daha da güzel ama daha soğuk ve uzak oluyorsun. Aynı köyün meydanında gündüzleri köyün gençleriyle dolaşıyorsun. Ben güneşe çıkamıyorum ve beslenemediğim için de çok güçsüzüm. Bir gece seni görüyorum. Köyün meydanında bir konserde. Ben konseri izlerken, yanımdan geçip beni görmüyorsun bile. O an delirip yanımda duran bir kızı ve sevgilisi ısırıyorum. Kanlarını içiyorum. Ve bağırmaya başlıyorum yine senin öldüğündeki gibi yaralı bir hayvan gibi. Sonra herkes kaçışıyor. Ben uzaklaşıyorum ordan. Sen de uzaklaşıyorsun bu olaydan sonra. Ben İstanbul'a ve 1990lara dönmeliyim diye koşmaya başlıyorum Sırp köyünde. İki tane kadın bir verandanın altında, rüzgar ve yağmurla birlikte, saçları uçuşurken İsveççe dua ediyorlar. Uzaktan seni ısıran vampiri seninle öpüşürken görüyorum. Bir kahvehane görüyorum, genç esmer bir adam oturuyor. Sanki randevumuz varmış gibi bir hisle yanına oturuyorum. Bana İstanbul'dan ve İstanbuldaki bir gemiden bahsediyor. Ona binmem gerektiğini, bu şekilde doksanlardaki doğumuma yetişebileceğimi ve burdaki kaostan kurtulabileceğimi söylüyor. Peki gidemezsem hiç doğmayacak mıyım ben diye soruyorum. Evet, hiç doğmayacaksın ve izlerin ve varlığın bu köyden de silinmeye başlayacak diyor. Peki diyorum. Burada kalacağım. Artık doğmak istemiyorum diyorum. O zaman sana bir oda vermem gerekecek diyor. Bana çok geniş bir oda veriyor. Sadece bir yatak var. Camları yok. Kapkaranlık. Bir de bir sürü beyaz çarşaf var. Birkaç kitap, bilmediğim dillerde. Orda uyumaya başlıyorum. Sen geliyorsun bir ara. Yanıma uzanıyorsun. Hiçbir şey söylemiyorsun.

Sonra uyandım. ''


O'na sormadan rüyasını çaldım. Bana kızmaz biliyorum.

15.5.11

biz uyurken ahlak ne ile ölçüldü?

Cümlelerin depozitosuz deformasyonu = müebbet mahkumların vasiyet hakkının elinden alınması gibi; ağır çekim bir gerçekliğin yerçekimsiz ortamda yüz bulup sisteme yavşaması, istismarın tek açıklaması, düşman hattında algoritmanın ne derece umursanması.



Sözlüklerde empati uyum getirmez. Oysa öğretmenler sözlü ve sözsüz ifadelerimizde bizi hep haksız çıkardı. Bilirsin işte, halkın arasında çokluk haklılıktır, majesteleri karşısında ise haklılık isyandır. Seni idam sehpasına buyur eden zihniyet, vicdanını ne karşılığında takas etmiştir hayal edebiliyor musun? Kıyamayıp gözyaşlarını silen annen düşük yaparken hangi melekten özür dilemiştir? Kayıtlar yandı çocuğum, defter çağı kapandı. Görebiliyor musun?

İki artı iki eşittir dört önermesinden yola çıkarak kelime artı kelime eşittir cümle önermesini ağzından salyalar akarak doğrultmaya çalışan deliler sürüsü, yüzyıl farketmeksizin aklımızın duvarlarına cinnet örüyor. Sen sen ol, sonbaharı sakın incitme! Dalda duran yaprak sayısı göğsündeki sevgili hayaletlerinin karesi çıkar bakarsın. Latife etmiyorum, hayır, biz daha doğmadan o ağaca isimlerimizi kazımıştık. An’sımıyor musun?

Bana kapalı bakma ne olursun! Ruhunu emzirmek için kapında yatan kaypak şehrin ile cinsiyetini devirmek için yatağına giren sarışın vampirlerini toplarsan milenyumun kronolojisini vermez, yanılıyorsun. Senin çocukluğun hala tarih derslerinde ağlıyor: ‘Syd Barrett niye öldü,niye?’’ .. Kalk tahtaya! Cebir sana öğretecektir ki rakam keskindir harf gibi itaat etmez. Ölmek gülüşüne addedilmiş bir kazadır; ölüyü beklediğin günleri sayarken matematik öğrenirsen, asla elinden öpemezsin Tanrının.




*fotoğraf : Nam June Paik.

11.5.11

size çok yakın bir yerde çürümekteyim.



Duydum. Hepsini duydum. Herkes durmadan çay karıştırdı. Başımda çay içtiler, ölümden, tenimin güzelliğinden ve eski filmlerden bahsettiler.

Onu seviyorduysan neden benimlesinler, beni seviyorduysan neden ona gittinler, herkesin belinde silah taşıdığı ve dişlerini karıştırıp durduğu dost meclisleri, envai çeşit mektuplar, sararmaya mahkum fotoğraflar, anne gelinliklerinin bulunduğu sandukalar, ne var ne yoksa ortalığa dökülmüş tavanaraları, hayatımızı istila eden böcekler, olmayan kefen cepleri, mübalağa edilen meşkler, tadında bırakılmayan meyler, nihavend makamında tozlu şarkılar, zerre kıymeti yok hiçbirinin.

Ben bir gümüşbalığıyım olsa olsa. Az sonra gelip yedi renkten daha parlak pullarımı temizleyecekler, artık kül rengine dönmüş çocuksuz karnımı yaracaklar, bütün terk edilmiş irinleri akıtacaklar ve artık her ne ise o bilinmeyen kadınlık hallerini, dünyevi zorlamaları, zemberekli alışkanlıkları koparacaklar; birazdan dile gelip ağıt yakacak, yetmez ise su olup koridorlardan akacak, ve en sonunda dünyanın geri kalanını son bir çabayla yansıttığının akabinde tuzla buz olan bir aynaya meyledecek olan şu meymenetsiz içimi yaracak ufacık bir makasa 'ben bir gümüşbalığıyım olsa olsa' diyecek dilim, kendinden utanacak.

*fotoğraf : Andrei Tarkovsky - Zerkalo

21.4.11

Gözlerindeki.



Algıda hata! Gözlerin yaşarmış, azalıyorsun; azalıyor içindeki ağaç kaplı defterler. Küçük anılar birleşerek bu paslı coğrafyanın ana eksenini oluşturuyor ve sen bilmesen de bu neden sonuç ilişkisi reflekslerini etkileyerek takılmana sebep oluyor. Bu kadar mekanik konuşmam, senin yaralı mekanizman yüzünden… Felaket senaryoları ile özgürlük alametleri arasında gidip gelen sarkaç yaranı deşecek sonunda. Sarkacın üzerinden atlayamazsın, tuzaklısın! Hiçbir repliğin bir mitolojide yer almayacak, defterin yırtılıyor akarken içinden yıllar geçtikçe solan mürekkebi..

Doğru, ben solağım; günah meleği tam yazar kolumun üzerinde oturur. Yine de sol yanımı öpmeden sağa geçme sen, bakarsın her ayrılışta biraz siyaset bulunur.

Belli mi olur, bazen her devrim bir sarkaç sorunudur.

7.4.11

her gün daha çok solan.



Tırnaklarımı yiyip duruyorum, nereden çıktı bu hikaye şimdi.. hep o şarkı yüzünden.

"Ve eğer sana seni sevdiğimi söyleseydim
Bir şeylerin ters gittiğini düşünebilirdin
Ben çok yüzü olan biri değilim
Taktığım maske bir tanedir
Konuşanlar hiçbir şey bilmiyor
Ve hayatları pahasına öğreniyorlar
Çok fazla yerde şanslarını lanetleyenler gibi
Ve korkanlar kayıp şimdi"


Silmediğim tek mesaj buydu oysa ki, bunun dışında tek bir sözcüğün bile kalmamıştı elimde. Bu ise artık ezberimdeydi, benim alıntıladığım metne cevaben yazmıştın bunu, ilk zamanlarda hiç anlam verememiştim sonradan okudukça kıymetleniyordu adeta, bir sonraki aşamada sen yoktun ama mesajlarınla metinlerinle sözcüklerinle şarkılarınla geride bıraktıklarınla baş başaydım ben, tenden kıymık ayıklar gibi sildim hepsini bir bir, sadece bunu bıraktım, sanki benim kuyumun dibi bu mesajdı da tüm diğer şeyleri bunun üzerine inşa edecektim, keza sen boğulmadan ne ben boğulabilirdim ne de hayatımdaki diğer herkes.

Senin dokuz canın varmış meğersem bende, öldürüyorum öldürüyorum bitmiyor. Bu kez asla geri dönemem, geri dönemeyişim unuttuğum tüm güzel anlarla çarpışıyor, keşke hepsini not alsaydım keşke her şeyin fotoğrafını çekseydim, keşke yüzlerimiz eskimeden önce daha çok .. An'sıdığım her şey tanıştığımız ilk güne ait. Senin ne giydiğin ve benim ne giydiğim en ince ayrıntısına kadar. Çatısında güvercinlerin gezdiği bir yerde sade nescafe içiyoruz, ara sokaklarda alaturka bir yerlerde yemek yiyoruz, ki bu iki yere de daha sonra tekrar gitmediğimi farkediyorum şu an. Ben o zamanlar Camel içiyorum, sen sigara kullanmıyorsun. Hem nasıl unuturum acaba kızıl tutacak mı diye saçımı ilk boyadığım gündü. Tuttu, hep boyadım. Şimdi her şey ne uzak.

Yapmak istediğimiz hiçbir şeyi yapamadık. Benim yüzümden. Konserleri boşverip büyükada'ya gidecektik, benim yeni insanlar tanıma tutkum olmasaydı. Kamp kuracaktık, doğadan ve böceklerden nefret etmeseydim. Tüm bunların gerisinde, şimdi, seninle senden kaçamayacağım bir yerde baş başa kalmaktan ne kadar korkutuğumu farkediyorum, bunun nedenini hiçbir zaman çözemeyeceğim. Ve seni hiçbir zaman sevemeden sana nasıl bağlanabildiğimi, beni onca kırmana ve hayatıma bu kadar müdahil olmana nasıl izin verebildiğimi. Ve son görüşmemizde de dediğim gibi, ''bu kadar çok üzülmeyi hak etmiyorum ben..''

Şarkıya dönersek, saçma sapan bir internet radyosunun bir kanalından müzik dinliyordum, birden bire adam şunu söyledi, ''And if I told you that I loved you/ You'd maybe think there's something wrong'' ... Donakaldım, inanamıyordum, bu kadar bilinen, bu kadar aleni ve belki onlarca defa dinlediğim bir şarkıydı, bunca zaman gözümün önündeydi ve ben hiçbir zaman dikkat etmemiştim, her zaman her şeye yaptığım gibi. Çünkü eğer sana seni sevdiğimi söyleseydim bir şeylerin ters gittiğini düşünebilirdin. Ve 'ona kötü bir şey olsun istedim, bana aşık olsun istedim'. Hayat bu kadar gereksiz hamlelerden ibaret işte.

Yarım kalan hikayeler en güzelleridir. Yaşasaydık belki de yazamazdık. Yazıyorum, ama sen bunu belki de hiç okumayacaksın. Dönersem sakın kapıyı açma.

6.3.11

dünyevi zorlamalar.



Yani ki kadın dediğin şey hiç olur mu mırıldanmazsa, yürekte geçici ağular biriktirmeden, sırf kimseye kıyamadığı için kendi kendini zehirlemeden, bizatihi kibrini hep gözardı edip zinhar erkeğinin gölgesinden çıkmadan köklerini suya indiren, daima ıslanan ve kuruyan usulca; yani ki hiç olur mu maskeler takmazsa, suçlanmazsa, yorulmazsa?

Günler bir bir mi geçmiş, üç beş mi, artık ne önemi var; sayılar icatlarından beri hiç bu kadar paslanmamışlardı, la sesi hiç bu kadar özlenmemişti, makinaların o devinim seslerine hiç bu kadar melankoli yüklenmemişti, nerede kaldı o aç biilaç martının hayal sevinci, nerede eşik cinleri ve onlara eşlik eden cinnetler, odaları boğan metalik kokular, hepimizi çocuk mavilere boyayan o nanemolla gülüşler, sanki hepsini toplayıp damıtmışlar da damarımdan ta içlerime.. sular akıyor, akıyooor, ve ben hissetmiyorum hiç yerlerini bedenimin; bir vakitler bana ait olan, kaldırımlarda yürüttüğüm, yabancı yataklara soktuğum ve vapurlara ve trenlere muhakkak..

Düşü(nü)yorum, dışarıda bir dünya olduğuna inandırılabilmem için önce içimdeki dünyayı diriltmem gerek.

22.2.11

geçmiş, biz hatırladıkça değişen şeye denir.



Az eskimiş fotoğraftan yüzüme bakıyorsun buğulu, biraz esrik. Piyanonun tuşlarında gezinen ellerin hatırıma geliyor, eski fincanların ve dantellerin kokusu bir de. İtiraf ediyorum seni çok özledim, çocukken babamın söylediği ninniler ve rahmetli amcamın mızıkasını özlediğim kadar. Eski eski eski.. Neden hep eskilere takılıp kaldığımı hiç anlayamadın, anlamanı da beklemiyorum. Senin için hep yeni ve heyecanlı şeyler vardı; görülecek yeni yerler, tanışılacak tartışılıcak sevilecek sevişilecek yeni insanlar.. Bense hep yerimde saydım; hala aynı fincandan kahve içiyorum, hala aynı yerde yemek yiyorum, hala eve dönerken aynı sokaklardan geçiyorum, ısrarla daktiloda yazıyorum ve anısı olan hiçbir şeyi atmıyorum.

'Anılar insanın belleğinde depolanır, eşya sadece bir aracıdır; eşyayı attığında kafandakiler de gidiyorsa bırak gitsin, zaten değmezmiş' derdin. Sen söyleyince doğru gelirdi ya her şey.. Şimdi ise dikkafalı ve inatçı bir şekilde kendi doğrularımın başından beri en doğru olduğunu tekrarlayıp duruyorum. Neyi haklı çıkarma çabası bu? Ben de bilmiyorum.. Bozuk bir plak veya müzik kanallarında günde elli kez dönen bayat bir melodi gibi.. ‘’Biliyordum, biliyordum, başından beri haklıydım.‘’ Acı acı gülümsüyorum. Haklı olmak mı yoksa mutlu olmak mı?

Evet, kızgınlık geçer ve evet güzel anlar kalır. Arta kalmak denince hep olumsuz şeyler gelir insanın aklına, posa gibi, ceset gibi . . Oysa insan zihni tam tersine işliyor, olumsuzu erken silip olumluyu bırakıyor.Öyle olmasa bu piyanonun başına tekrar oturacak cesareti nereden bulurdum?

- Hiçbir şeyi atmadım, olduğu gibi duruyor, rahat ol, senin odan sayılır.

Yerimden sıçrıyorum. Arkamı dönüp bu harika sesin sahibiyle göz göze geliyorum. Yeşil gözlerinde biriken yaşları asilce saklamaya çalışıyor, nedense aynı şekilde ben de saklamaya çalışıyorum. İnsan neden bir diğerine en çok ihtiyacı olduğu anda gizlenme ihtiyacı duyar ki? Sonra birden neden böyle yaptığını anlıyorum, sanki birimiz hıçkırırsak ya da sesimiz titrerse bu mutluluk oyunu, bu misafircilik, bu hiçbirşeyolmadı’cılık aniden tuzla buz olacak ; birden masanın sandalyelerin boyaları dökülecek lamba patlayacak camlarda yüzyıllık tozlar birikecek o danteller güzelim perdeler saksıdaki çiçekler birden solacak ve bu kadınla ben makyajımız elimize akmış halde seneler öncesinin tozlu sahnesinde bulacağız kendimizi; gerçeğin ta kendisiyle baş etmeye çalışırken. Sırf bu yüzden, diye düşünüyorum, sırf bu yüzden..

- Teşekkür ederim. Ama hiçbir şeyin yerini değiştirmek gibi bir niyetim yok. Böyle kalsın..

'Kumruların öldüğü yerde seni bekleyeceğim' dedi sesin bana gelip. Ve ben hala kuşları senin gibi duyamayışımın utancıyla bakıyorum duvara. Diğer tarafı ablanın odasına çıkan ve bu yüzden benim korkup asla geçemediğim, iki yanına bardaklar dayayıp birbirimizin söylediği şarkıları anlamaya çalıştığımız şu kırmızı duvara gözlerimi dikmiş bakıyorum. Sen yan odaya geçerdin ve ben de uzattıkça uzatırdım oyunu senin odanda biraz daha yalnız kalmak için. Gözlerimle tarar dururdum her yeri, hepsini belleğime kaydederdim ve büyük bir yüzsüzlükle seni kendi odandan kovup oraya yerleşesim gelirdi tıpkı seni kalbime alabilmek için kalbimdeki herkesi odalarından edişim gibi.

Ve şimdi, bunca yılın ardından neden buradayım? Kendimize sorduğumuz soruların cevaplarını verebilseydik zaten, yaşamda gizi çözülecek ne kalırdı bilmiyorum. İçimdeki derin çatlakla köşe kapmaca oynuyoruz, uçurumun kenarında saçlarım uçuşarak son bir sigara yakıyorum ; ben dahil hayatımdaki herkes artık figüran.

15.2.11

düşeyde varolamamak.



öncesini ben de bilmiyorum. bunun hakkında çok şey yazıldı çizildi. kimse henüz cinnetin bibliyografyasını açığa çıkarmayı beceremedi. bedenimde gerçekten de yaşayacak yer kalmadığını farkettiğim o anda kontrolü kaybettim.

- giriş yaparsanız adli vaka olursunuz. karar sizin.

düşeyde varolamıyorum
. önümde dikilmiş adama bakıyorum dik dik, onun o beyaz önlüğünden de tepesi açılmış saçlarından da kendinden emin duruşundan da benimle konuşurken yüzünde beliren alaycı mimiklerden de nefret ediyorum, ama asıl burada olduğum için kendimden. hala o gururlu ve vakur duruşumu bozmayışım beni şoke ediyor; başımın onca dönüşüne karşın kadın tekerlekli sandalyeyi gösterdiği anda yürüyebilirim ben diye bağırışım, ısrarla kimseyle göz göze gelmeyişim, yaşımı yirmi iki olarak söyleyen arkadaşımı yirmi yaşındayım ben diye tersleyişim..

- hayır, bir şikayetim yok.

sonrasını hele hiç bilmiyorum. ellerim suçluydu, hiç bu kadar suçlu olmamışlardı. evden içeri girer girmez mutfağa gidip kırmızı minik bir elma buldum ve onu soymaya başladım iştahla. yine sırf kimseyle göz göze gelmemek için. düşeyde varolamıyorum. elmayı soyuyorum ama yiyemiyorum. midem kabul etmiyor. midem artık midemmiş gibi değil, kalbim haddinden hızlı çarpıyor, korkuyorum, kimseye anlatamıyorum. vücudum bana ait değilmiş gibi. çünkü ben ona ihanetlerimi sundum ve o da benden intikamını kat kat alacak.

oysa bu günden önceki günler de vardı, güzel adamlar ve sabah çaylarıyla hatırlanacak olanlar ve ondan öncesinde gece sarışınlıkları, yalan rüyalar. sanki dört günde dört mevsimi yaşadım ve hala tüm bunlar havada asılı bulutçuklar gibi nemlerini üzerime bırakıp beni huzursuz ediyorlar, tepeden bana bakıp benimle dalga geçiyorlar. düşeyde varolamıyorum. yazacak o kadar çok şey varken ve kimse henüz buna cesaret edememişken ellerim farkı şeylere cüret ettiler, onlara kızgınım. ve yoluma çıkan, beni kendime inandıran ve sonra beni bir başıma bırakan güzel adamlara. beni doğduğum güne pişman eden anneme en çok da. eğer o kadından biraz da olsa bahsedersem ağlamaya başlayacağım. keza o beni doğurmadan hemen önce yıkamıştı, ben de ölmeden önce kendimi yıkadım. yani o kadar da vefasız değilim.


''toysun adın deliye çıkar bir gün bilsene
saat beşleri düşün yalnız öbürleri ölsün''

7.2.11

Bir yol öyküsü : ''Claudius, Az Isten''



Görevliye yan yan bakarak sigara içiyoruz, tren ne zaman kalkacak belli değil. Aslında peronda umduğumdan daha büyük bir boşluk var, sanki az sonra hayalet bir trene bineceğiz. Trenin mükemmel eskiliği gözümü kamaştırıyor, sonradan pişman olacağımı bile bile ne o istasyonun ne de trenin fotoğrafını çekiyorum. Aslında o şehirde 3 günde ne kadar az fotoğraf çektiğimi düşünüp hayıflanıyorum bir yandan da. Fırsatım varken tüm heykelleri, köprüleri, atilla jozsef kitapları sorduğum tüm kitapçıları, tüm kiliseleri - gözü dönmüş katoliklerin ne diyeceğine aldırmaksızın- , adını unuttuğum cafedeki ressam amcayı, andrea'yı, pansiyonda hepimizden erken kalkıp gitar çalan dünyalar tatlısı adamı ve daha bir çoklarını. İşte hepsini çekmeliydim, çünkü biliyorum ki sonradan unutacağım. Sonradan hepsini birbirine karıştıracağım ve yazmaya çabaladığım zaman ellerimden akan su gibi çaresizce izlediğim, homojen ve benden bağımsız izlekler olarak kalacak onlar. İşte bunları düşünürken bir yandan da upuzun anlaşılmaz sözcükler yığını gibi görünen yazılara bakarken tanıdık bir dil çalınıyor kulağıma. Her şeye rağmen insanın dünyanın bir ucunda kendi milletinden birilerine rastlamasının rahatlığı, bir de bağıra çağıra türkçe konuşurken ve her şeye söverken hiç kimse anlamıyordu diye hayıflanmak içten içe. Trene biniyoruz,

Benim hayalet sandığım trenin içi doluymuş meğer, her kompartımanda birer ikişer de olsa insan mevcut. Kendimi trenin en son vagonunun en arkasında buluyorum, içeride bir adam var yalnızca, kitap okuyor. Kapıyı açıyorum, yanınıza otursak sorun olur mu? diyorum. Neye o kadar dalmıştı bilmiyorum, sanki ıssız adadaymış da gaipten insan sesi duymuşçasına sıçrıyor yerinden, yüzüme bakıyor, ingilizce konuşmama biraz şaşırıyor, yanına oturmak için izin alıyor olmama daha da çok şaşırıyor belki de, ama sonra genizden gelen bir sesle 'hayır tabi ki' diyor. Bunu yaparken yalnızca 1 saniye gözlerime bakıyor ve tamam. Bundan sonra bir daha göz göze gelmeyeceğiz,

Asla bana bakmıyor, salt bana değil arkadaşıma da, trenin içinde veya pencereden dışarıda herhangi bir şeye de. Yanımızda ama yanımızda değil gibi. Bense bariz bir şekilde elimdeki kitabı falan bıraktım ona bakıyorum, saçlarından ayakkabılarına dek her şeyi inceliyorum. Elindeki eski püskü kitaba öyle güzel dalmış ki.. galiba ilk defa tanımadığım bir erkeği böyle salt hayranlıkla izliyorum, onun erkek ve benim kadın oluşumun etkisi olmadan, cinsiyetsiz, kaygısız, telaşsız izliyorum. Ne zaman ineceği umrumda değil, bana bakmayışı umrumda değil, kitabına olan aşkı iştahımı kabartıyor, ne okuduğunu sormak istiyorum ama manzarayı bozmak da istemiyorum, ne kadar zaman geçti bilmem, tuvalete gidiyor ve kitabını ters bir şekilde oturduğu yerde bırakıyor. Eğiliyorum,

'' Claudius, Az Isten ''

Doğru tahmin ettiniz, hayal kırıklığına uğruyorum. Sevdiğim bir yazar, hiç olmazsa bildiğim bir kitap çıkmasını isterdim. Aslında bildiğim bir kitap da olsa, dili bilmediğim için nasıl anlamayı bekliyordum onu da bilmiyorum. Telaşla not ediyorum kitabın adını. Yazarı falan yazmıyor, eski kahverengi dökük kapakta yalnızca o üç kelime var işte. Claudius, Az Isten. Telaşla not ediyorum bunları, geri dönüyor ve pencereyi açıyor, sonraki yirmi dakika her şey aynı,

Tren yine anlamadığımız bir anons yapıp upuzun saçma sapan isimli bir istasyonda duruyor. Benim dünyalar tatlısı Claudius adamım da çantasını toplayıp uzaklaşıyor. Ben suratımda mini mini bir gülümseme ile 'kadın öykülerinde avrupa' isimli güzel kitabıma dönüyorum ve içindeki tüm öykülerin fransa, almanya, isviçre gibi beylik ülkelerde geçmesine hayıflanıyorum. Bu yoldan ikinci geçişim, eski püskü trenler, upuzun isimli ıssız istasyonlar, sonsuz yeşillikte yollar, yabancılar, yabancılar.. Dokunduğum her yerden cümleler fışkıracak ama bu ağırlığı şimdilik taşımak istemiyorum. Daha 9 saatimiz var.

Dipnot: sonradan öğrendiğime göre 'Claudius, Az Isten' ,yani 'ben, Claudius' Robert Graves'in 4.roma imparatoru Claudius'un öyküsünü anlattığı kitapmış. Claudius aynı zamanda Caligula'nın amcasıymış. nereden nereye..

1.2.11

Funeral Blues Mixtape



Ben şubatlardan nefret ederim.
Bütün şubatlar cüce ve sinsidir.
Benim şubatlarım mütemadiyen yolda, benim şubatlarım mütemadiyen birileriyle kavgalı, benim şubatlarım mütemadiyen birilerini özlemiş.

sözün burasında kendimle ilgili bencil safsataları bir kenara bırakıp Wystan Hugh Auden amcamızın funeral blues şiiriyle ve adını mevzubahis şiirden alan naçizane mixtape ile hepinizi selamlarım. bir önceki mixtape'e nazaran daha sakin istasyonlarda durakladım, afiyet olsun.


FUNERAL BLUES

stop all the clocks, cut off the telephone,
prevent the dog from barking with a juicy bone,
silence the pianos and with muffled drum
bring out the coffin, let the mourners come.

let aeroplanes circle moaning overhead
scribbling on the sky the message he is dead,
put crepe bows round the white necks of the public doves,
let the traffic policemen wear black cotton gloves.

he was my north, my south, my east and west,
my working week and my sunday rest,
my noon, my midnight, my talk, my song;
i thought that love would last for ever: i was wrong.

the stars are not wanted now; put out every one:
pack up the moon and dismantle the sun;
pour away the ocean and sweep up the woods:
for nothing now can ever come to any good.


W.H. AUDEN

***

Şarkıların Dökümü :

Baxter - So Much I've Heard
Caribou - Pelican Narrows
Crombie - Support Vegetarianism
Dilatazione - Cendre in
Elsiane - mend (to fix, to repair)
Emancipator - Maps
Giardini di Miró - Othello
Glen Porter - 6813
My Brightest Diamond - Something of an End
Piano Magic - Saint Marie
Rien - Humpty Dumpty was Pushed (feat. Apolline)
Soap & Skin - Thanatos

buradan yakıyoruz : www.megaupload.com/?d=TD36FXKQ

14.1.11

dön dolaş yine toz.





- Şiir nedir bilir misin Esther?
- Hayır nedir?
- Bir avuç toz.
- Senin kesip biçtiğin kadavralar da öyle. Tedavi ettiğini sandığın insanlar da. Toz ne kadar tozsa onlar da o kadar toz. Sanırım iyi bir şiir o insanların yüz tanesinin toplamından daha uzun süre yaşar..


Sylvia Plath

(Sırça Fanus'tan..)

5.1.11

bir doz Schopenhauer.



Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.

İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?

(...)

Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"

(...)

İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.

İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.