21.4.18

Kemiğe Övgü


Sütten kesilmiş parmak kemikleri çatırdıyor önce iki çarkın arasında, dişliler yaylanıyor tramplenden üzerine deli gömlekleri yağdırırcasına ve bir ombutsmana sırtını dayayarak iki düzlem arasından sürtünerek geçiyorsun, eşeysiz üreyerek, doğum sancısı nedir bilmeden devirdiğin sokak saksılarından gübreler yerlere saçılıyor, rüya gördüğünü görüyorum, seğiren ağzından yastığa kehanetler saçılıyor, kalkıp bütün evi dumana boğuyorum, önce telefon rehberi ve fiskosu yakıyorum nedenini yalnızca sen biliyorsun, çarklarla dişliler arasına kedi bağırsaklarından yapılma bir tel bırakıyorum, payitahtında la minor yalanlar tekrarlanıyor, aortta yumruk büyüklüğünde bir el bombası infilakına günler kala alarm veriyor, seni tutup bir uçurumdan aşağı bırakmalı, sana rus bir sokak lambasından radyasyon bulaştırmalı, seni bir mağrip çölünde mürekkepsiz bırakmalı,

Tırnakları üzerinde yükselttiği dünya ne kadar da nazenin, ilkel benliklerde top koşturan sistem düzlükte kafiye arattırıyor, nükhetlik nüksediyor, aritmik kaldırımlarda bozuk bir yemek gibi mideyi yakan ışıklar kusuyorum, çelik gibi sinirleriniz var nasıl imrenilesisiniz, dut yaprağı yiyip semirmiş böcekler kadar görgüsüz, anne ben mavisinden istiyorum, bir kaşık da şundan, başımın üstüne kitap koy da yürüyeyim, kafam rahle-i doktriyan, emanet cümlelere kelimeler icat edeyim, emret sözgelimi tren raylarına, sen oltacı eyüp’ü ne bilirsin ömründe parşömen görmemiş, derken bir yazarın tükürük hokkası kibrine muntazam bir açıda devrilse de, derken bir ağaç sanki tabuta kesileceğini bilirmiş gibi dev bir adama arz edilse bile, metaforuna bal dök yala, hezeyanlarına bir son verip asayişi berkemal eyle salt durarak, ayıkken sana çirkinlik akıyor dünyadan ve bu maruzattan,

Lafta örgütleniyor imla katili post travmalar, serumuna şaheser katılıp çeliğe verilen su kurusu tozu dumana katar, ah bir hecesi taştı galiba ağzımdan, don ve volga ırmaklarından, kuduzluğuna şüheda bir tavır gibi yapışırsan, serseri, açamadığın kavanozları kırdırır sana bu hayat.




8.4.18

pandora'nın gemisi.

ben dağı aşıyorum, dağın ardından dağ çıkıyor sevgilim.

sen kapıyı kapattıktan sonra geçen on dakikada çok şey değişti. dağılmış eve, eşyalara, koltuğa baktım. evde yaralar vardı. yarasını alan bana geliyordu, kimine git diyordum, kimine kal. ben yaramı sakladığım için beni kalpsiz sanıyorlardı, oh ne güzel. ben istedim ki, sesimle seveyim, sessizliğimle ağırlayayım, olmadı. kapıyı kapattıktan sonra geçen beşinci dakikada kafam tamamıyla uyuşmuştu. bembeyaz bir karınca ağır ağır yürüyordu içimde. başımı kendi omzuma indirdim.

kahve fincanından hala duman tütüyordu. elimde sadece bir tişört kalmıştı.
tişörtü üstüme giydim. vedalaşır gibiydim. istemiş ve alamamıştım. yaramı alıp yanına gidebileceğim kimse yoktu. ben de, yoktum. benim yerimde başkası oturuyordu şimdi.

her şey aylar önce bir kış gecesi kırılan bir kadehle başlamıştı.
her şey aylar önce birinin bana kaba, nobran ve bencil birisi olduğumu söylemesiyle başlamıştı. bunu yazıyorum çünkü artık her şeyin nereden ve nasıl başladığını, beni şimdi olduğum çukura iten çığın titrettiği ilk toprağı anımsamam gerek. kendimi, paspas altlarına süpürmekten vazgeçip, olduğumu sandığınız kadın üzerinden tanımlamayı bıraktım bırakalı, bütün kötülüğümle kendimi kabul etmeye karar verdiğim o bulutlu sabahtan beri, çok yol kat ettim.

başımı kendi omzuma indirdim, fincanlarımızın yan yana bir fotoğrafını çektim.
sen yürüyordun, kadıköy'de işler yürümüyordu. soranlara artık hiç iyi değilim diyordum.

insanı paramparça eden şey, sevgisizlik değil, sevginin ta kendisiymiş.
şefkatin kendisi, beni bin parçaya bölüyor, parçalarımı dünyanın bütün çöllerine savuruyordu. yarasını alan bana geliyor, merhaba demeye kalmadan olanca ağırlığıyla üzerime çöküyor, beni boğarcasına öpüyor, bana dünyanın en güzel kadını olduğumu söylüyor, çeşitli tasvirlerle beni yüceltiyor, literatürde, şarkılarda benzerlerimi bulup çıkarıyordu, kimse bana bunları duymaktan mutlu olup olmadığımı sormuyordu, üst üste biriken paragrafların ağırlığı altında eziliyor, kendimi nereye koyacağımı bilemiyordum.

hepinizi gördüm, ne güzeldiniz, hep orada gibiydiniz, oturuşunuz farklıydı, fincanı tutuşunuz, sigarayı yakışınız, kendinizi anlatışınız, yan yanaydık, yo hayır, iç içeydik ancak hiçbiriniz yardım edemedi bana.

en sonunda, iskelede oturup ayaklarını suya sallarken bana bakıp şöyle dedi birisi,
-bu gemi ne zamandır hurda?

başımı diyorum, kendi omzuma indirdim. öfkeliydim.
kendi gözlerimi çıkarmak istiyordum.
herkes bakışların diyordu, bir de ellerin.
ellerimi ve gözlerimi bağışlamak istiyordum.
yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyordum, kimse beni dinlemiyordu. kimsenin beni dinlemediğini farkettiğimde çok geç olmuştu.
öfkeliydim, bu öfke bana yakışmıyordu.
her sabah makyaj yapar gibi giyiyordum üzerime öfkemi.
öfkem, kalbime beş beden büyük
öfkem, bedevi bilmediği çöllerde
öfkem, sizin dilinizi konuşmaz.

oturup düşündüm, bir sancıydı bu.
oturup bunu mu düşündün diyeceksiniz, tabii ki hayat bir sancıdır diyeceksiniz,
ama evet oturup bunu düşündüm. çektiğim sancıların ardından ne geleceğini merak ediyordum, bir çöl mü doğuracaktım, bir nehir mi, tedavülden kalkmış bir gezegen mi?

''yalnız ölmiycem di mi?'' gibi çocuksu bir dudak bükmeyle telaşemi adlandırmıyorum. yalnız yaşamayacağım değil mi? diyorum kendime aynada. yalnız yaşamak, yalnız ölmekten daha zor, daha anlamsız geliyor.

içimin hararetini alacak, susuzluğumu dindirecek bir şey bulamıyorsam günler geceler boyunca, bütün bu şarkılar, bütün bu kitaplar, bütün cümleler, bütün bu arayış neden sevgilim? her şey sen yarım yamalak bir sarılmayla beni kandırdığını sanarak çıkıp git diye mi? kapının çıt sesiyle, aylardır biriken bütün tozlar, bütün tuzaklar, çirkin süsler gibi duvarlardan sarkıyor, birbiri ardına beliren yüzler, kötü bir casting ajansının elinden çıkmış alelade bir jenerik gibi kapının arkasında kıvrıla kıvrıla akıyordu, bu ağır ağdalı, debdebeli gösteriye bir fon müziği bulmaya çalışıyordum, kafamda tek bir melodi bile yoktu. kafam tamamıyla uyuşmuştu. bembeyaz bir karınca yürüyordu içimde.

istemiş, alamamıştım. birisi, hepinizin intikamını almıştı. 

"Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışında kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış..."

hatırlatın da, haziran'ın onsekizinde gençliğimi yakalım.
benim yerimde bir başkası oturuyor şimdi.