26.10.10



İki saat oldu, çok değil, mutlaka gelecek, biliyorum gelecek. Verdiği
sözde durmamazlık edecek değil ya... Canım, iki saat bekletti diye, hakkında
binbir türlü kötü düşünceye dalmak haksızlık olur. Evet evet, haksızlık
etmemeli. Kentin bu uzak kuzey ucuna gelmek adamakıllı zaman alıyor. İlk kez
gelecek buraya. Belki de yanlış bir otobüse binmiştir. Ben bile burada
oturmazdan önce, kaç kez yanlış otobüslereden inip, başka yanlış otobüslere
binmedim mi? Neredeyse iki haftamı almıştı yolu, durakları ve burayı öğrenmek. Buralarda insanların yaşadığını bile bilmezdim o zamanlar. Üst üste dizilmiş küçük, daracık kutularda bir soluk hava, bir damla güneş, bir saksı çiçekle yaşamak bir insan içinse, onlar yaşıyorlar bu uzun blok evlerde; ölmeden canlı kalma süresini uzatıyorlar.

Kadınların silecek camları az bu evlerde. Çocukların emekleyeceği odalar küçük. İnsanların seviştikleri odaları ayıran duvarlar incecik. Su boruları sımsıkı yakın. Balkoncuklar bu sıcakta katlanılmaz bir işkenceyle birbirlerini omuzluyorlar. Sevişmenin ıslak fısıltıları, ince duvar ayrımlarından, tavandan, tabandan ılık ılık yayılıyor; ama acının tek ilmeği sızmıyor ne aşağıdaki, ne de yandaki kutulardan. Acaba hiç mi acı çekmiyor,sık sık sevişen komşularım? Yoksa acının sessiz mi çekilmesi gerekiyor? Sesi olmayan acı var mı? Çığlıksız acı çekilir mi?

"KANIM COŞMUŞ AKIYOR SANIRIM ARA SIRA,
BİTMEZ HIÇKIRIKLARLA AKAN ÇEŞMELER GİBİ.
DUYARIM AKTIĞINI UZUN ÇAĞLAYIŞLARLA,
YOKLARIM BULMAK İÇİN AĞRIYAN YERLERİMİ."


İki saat otuz altı dakika oldu. Neden gelmiyor? Yollarda başına bir
şey gelmiş olmasın? Yok canım, koskoca kadın, ne gelebilir ki başına? Öyle
ufak-tefek, öyle ince, öyle narindir ama, gerektiği zaman kendisini korumasını
çok iyi bilir. En güzel yanlarından biri de bu değil mi: Korunmaya gerek
duymayan yetişkin kadınlardan o.

Belki de evden çıkarken bir şey oldu. Annesi hastaydı, belki
ağırlaşmıştır aniden. O telaş içinde bana nasıl haber ulaştırsın kızcağız.
Annesi ağırlaştıysa, nasıl da üzgündür şimdi. Gözlerinde ela tedirginlikler,
ince boynunda sık sık yutkunmalar. Dudak kenarındaki o güzelim yetişkin
çizgileri belirginleşmiştir, parmakları arasında bir sigara, püfleyip
duruyordur dumanı burnundan...

Ama sonunda, ne olursa olsun sonunda çıkıp gelecek biliyorum. Belki
gecikerek, ama mutlaka bugün gelecek.

Onu ilk bulduğum günkü giysiyle; mavi, ince, tiril tiril elbisesi ve
sandaletleriyle gelecek. Küçük, askısı uzun çantası omzunda olacak. İlerde, şu
görünen otobüsten inecek, önce biraz şaşkın çevreye, sonra başını kaldırıp, bu
uzun, zevksiz bloklara bakacak. Tek tek katları tarayacak ve gözleri 14. katta
duracak. Ben, burada, bu balkoncukta onu beklerken, gözlerimiz buluşacak.
Gülmeyeceğiz birbirimize. Bizim gibi insanların gülmeye gereksinimleri
olmaz... Yıllardır birbirimizi tanıyor, yıllardır birbirimizi beklemiyor
muyuz?.. Gösterişsiz, katıksız bir sevgi bizimkisi. Daha çok kan kırmızısı,
delik deşik, yüreğine yıllardır çivi saplanmış, elektrik tadında, tırnakları
teker teker sökülmüş bir özlem bizimkisi...

"KENTLERİN ORTASINDA, İÇİNDE TARLALARIN,
İLERLER ÇEVİRİP SOKAKLARI ODALARA.
GİDERİR SUSUZLUĞUNU TÜM YARATIKLARIN
BOYAYARAK DOĞAYI BAŞTAN BAŞA KIZILA."


Sonra, sakin, kararlı adımlarla 3-C Bloğu'na doğru yürüyecek. Ben de o
sırada merdiven aralığına çıkacağım. Asansörün önünde dikilip, bekleyeceğim.
Tek tek izleyeceğim asansörün katları tırmanışını ışıklı tabloda. Önce birinci
kat, sonra ikinci, üç, dört ve beş... 14'te duracak asansör. Kapı açılacak, o
inecek. Bakışacağız gülümsemeden: Yılışıp, gülümsemenin kanadına sığınmadan bakışacağız... Ne kadar sade, ne kadar sağlıklı, bu yüzden ne kadar güzel diye düşüneceğim. Tıpkı yıllardır, tam otuz altı yıldır beklediğim gibi; olgun ve taptaze.

"HANİ SICACIK, ESMER, ADAMI BÜYÜLEYEN,
BİR ONA YAKIŞAN GÜZELLİKLER GERDANINDA.
İRİ, UZUNCA, DİŞİ; BİR AVCI GİBİ YÜRÜYEN,
SUSKUN, GÜLÜMSEMELİ GÖZLERİ BİR NOKTADA."


Sonra benim oturduğum o küçük kutuya gireceğiz. Hiç konuşmadan ve
gülümsemeden, sıcacık, sevgi dolu, hücre çekirdeklerimize kadar güvenli,
vefalı ve inançlı... Hiç dokunmadan, çoktan orgazm olmuş olarak. Odaların
ikisini gezip, balkonlu odada karar kılacak ve ben de onu izleyeceğim.
Kanapeye oturacak, ben de yanına. O bir sigara çıkarıp, yakacak, ben de
hazırladığım plak çalsın diye "play" tuşuna basacağım plak-çaların. Bob
Dylan'ın sesi dolacak odaya: "Hey Mr. Tambourine Man". O İngilizce bilmediği halde bana bakıp, "Acıyı tanıyan adam işte buydu" diyecek. Sesi tıpkı beklediğim gibi ne incecik, ne de çok kalın, dingin, güvenli olacak. Başımı sallayacağım.

Saçlarına ve küpelerine bakacağım. Mavi. Ne kadar sade ve zevkli
olduğunu düşünüp yeniden gururlanacağım. Yıllardır onu beklememe değdi
diyeceğim. Nasıl mutlanacağım, nasıl büyüyecek yüreğim, nasıl
heyecanlanacağım... Sevinç dolu dizgin kulaklarımdan girip, içimde çığlıklar
atacak. Çığlıklar sivri köşeli üçgen ses dalgaları olup dağılacaklar içimde.
Çığlı çığlık sevinç dolacağım. Bir Derviş, bembeyaz entarisi, uzun kavuğu ve
kapalı gözleriyle, Bob Dylan'ın müziğine eklenip dönmeye koyulacak. Dönecek,
dnecek, dnecek, dönecek.. Benim başım dönse de, Derviş hiç durmadan dönecek. Bu müzik size biraz yabancı, temposu da hızlı diyeceğim. Dönmesine ara vermeden güzel, duru yüzüne bir gülümseme takıp, hiç konuşmadan "bu müzik ve tempo tam bana göre" diyecek. Sonra Bob Dylan ağız armonikasına gömülüp, dünyanın en güç işini rahatlıkla yapacak: Acının ve sevincin çığlıklarını dolayacak saçlarından birbirine: Crazy Sorrow.

Ben, Derviş ve Bob Dylan, en mutlu üç erkek çığlık çığlığa döneceğiz
uzun bir süre. O yeni bir sigara yakıp, "Dönmek, böyle müzikle dönmek mutluluktur." diyecek. Ben onun Derviş'i görmesinden şaşkınlığa düşmeyeceğim. Tabii görecek. Onu bunca yıl boşuna mı bekledim?

"Hey Mr. Tambourine Man / Play a song for me
I'm not sleepy / And there's no place I'm going to..."

"ÇEKER BENİ MÜZİK DERİN SULAR GİBİ BAZEN
DOĞRU SOLGUN YILDIZIMA
ESMER GÖKLER, MAVİLİKLER ALTINDA DURMADAN
YALKEN AÇARIM UFUKLARA."


Sonra çay içeceğiz, kırmızı, güney kokulu.

Her gün oluyormuş gibi, ilk kez sevişeceğiz. Vücudundaki güneş
yanığını, beyaz kalmış yerlerinden fark edeceğim, güneşin vitaminini emeceğim. Dünyanın en doğal şeyi gibi, en yasak sevişmeyi uzatacağız. Utangaç olmadığı halde gözleri kapalı sevişecek o. Aynı anda beraber orgazm olacağız.

Sonra benim gömleğimi giyip, bacakları çıplak balkona çıkacak. 14.
katın balkonu aşağıdan görülmez.Gömleğimin altında çıplak olduğunu bir tek ben bilerek, sevgiyle bakacağım.

Geri dönüp, bir sigara yakarken, çantasında bir kitap çıkartacak.

"Senin için yıllar önce almıştım" diyecek. Sesindeki çığlıklı sevgiyi bir ben, bir de o duyacak. Kitaba uzanırken onun "Baudelaire Şiirleri" olduğunu çoktan anlayacağım. Bendekini de ona vermek üzere kitaplığa uzanırken elimi tutacak. Gözleri yaşsız, sırılsıklam ağlayarak, "Neden böyle bulunması güç bir yerde yaşıyorsun?" diyecek. "Koskoca otuz altı yıl aradım bu adresi, hiç değilse adın, numaran telefon rehberinde olsaydı, daha önce bulurdum seni." Gözlerine bakıp, çünkü telefonum yok diyeceğim. O çıkarıp yıllar önce bir lokantada, kağıt peçeteye yazdığım şeyi gösterecek.

Acıyı tanıyan öbürü
Kuzey Mahallesi, Son Durak,
Blok 3-C Ankara

Onun ıslatmayan gözyaşları akacak içime, elini uzatıp, benim içimden
silecek onları. Bob Dylan yeniden aynı şarkıyı, içimizi kat kat bölen, tırnak
tırnak kazıyan, uçuk mavi boyayan ağız armonikasını çalacak. Böyle ağız
armonikası çalabilen başka hiç kimse olmayacak. Armonikadan yayılan acının
sevinçle karışık çığlıkları sigara dumanı gibi usul usul, dönerek yaklaşacak.
Yılların deneyimiyle bu çığlıkların yükünü karşılamaya hazırlanacağım. Bunun
sancısını hiç kimse durduramaz, hiçbir ilaç, hiçbir ilaç, hiçbir alkol. İşte
geliyor, dayanmalı, geçene kadar, ikinci çığlık gelene kadar yeniden
hazırlanmalı...

Ölmemeye denk düşen bu çığlıkların ve sancıların sağnağına cesurca ve
kaçınılmaz biçimde yüz yüze karşı durmalı. Tıpkı şimdiye dek olduğu gibi. Ama
birden fark edeceğim ki, çığlık ikiye bölünmüş, yarısı gidip onun o incecik,
zarif kadın bedenine yayılmış. En çok da dalağına: Bütün beyaz hücreleri acılı
salgılanıyor.

Acı azalınca, sevince yer açılacak.

Ve beyaz entarili Derviş yeniden gelip dönmeye başlayacak. Aynı güzel,
aynı rahat, aynı sevgili dingin yüz. Dönecek, dönecek, dönecek...

Ağlıyor mu, ne?

Dervişler ağlar mı, onlar iç dengelerini çoktan kurmuş dünyalılar.

"ARADIM SEVİLERLE BİR UYKU UNUTTURAN
İĞNELİ YATAK OLDU SONUNDA SEVİ BANA
KAN İÇİRMEK ÜZERE BU TANRISIZ KIZLARA!"


Off, nerede kaldı? Beş saat de gecikilmez ki. Şimdiye kadar
gelmeliydi.

Gelmeli artık, bugün gelmeli.
Vaktim var, beklerim.
Sahi, Dervişler de ağlar mı?

Buket Uzuner
Ankara, 1984


* Şiirler Rainer M. Rilke'den alınmıştır.

8.10.10



gözlerimi aralıyorum hafifçe, lütfen artık tavandan yüzler damlamasın. hasta gibiyim, yoksa gerçekten hasta mıyım, sol elimi kaldırıyorum önce, yüzüme yaklaştırıyorum, alnımı elliyorum, olağandışı bir şey yok. lakin her şey toz rengi bir tülün ardından belirir gibi, fırtına öncesi bir sessizlik hissediyorum ama yine de emin olamıyorum, fırtına sonrası da olabilir mi? ben neyin savaşından çıkmışım da bu denli yorulmuşum. başımı sağa doğru çeviriyorum. kırmızı masanın üstü her zamanki gibi keşmekeş, dibi lekeli bardaklar, yarım kalmış tozlanmış sular, birkaç elektronik aygıt, içinden kaçıncı defa illuminate my heart,my darling çaldığını hatırlayamadığım bilgisayarım, annemin bana yazdığı yemek tarifleri defteri, benim kendi not defterim, tutunamayanlar. gözüm kitaba ilişince hızla kafamı çeviriyorum, içimde bir şeyin sızladığını duyumsar gibiyim. dışarıda bir kargaşa var, apartmanın sigortası mı atmış ne,insanlar ellerinden alınan 'aydınlanma' hakkının olabildiğince çabuk geri verilmesi için koparıyorlar bu patırtıyı sanırım, evet karanlığı hatırlıyorum ve kalkıp mum yaktığımı da,ne kadar zaman önce olduğunu kestiremiyorum lakin, arada bir film izlediğimi, bir rüya gördüğümü ve onunla konuştuğumu hatırlıyorum, bunca zaman içinde o ufacık mumlar nasıl bitmemiş?

güçbela çıkıyorum yorgan,battaniye ve kat kat giysinin altından. kim ne ara örtmüş bunca şeyi benim üzerime? içlerim titriyor, dudaklarım kupkuru, ellerim sararmış yaprak gibi, bir darbede hışırtı ile bin parçaya bölünecek. yatağa girişimi ve diğer hiçbir şeyi an'sımıyorum, hepsi masmavi ışıklar içinde boğulup gitmiş. üzerimde ne var diye bakıyorum, pijamalarım, rahatlıyorum biraz. kendime eğilirken saçlarım kaplıyor birden her yanı. bir gün uzamış bunlar yeter dediğim diğer gün daha uzamalı diye söylendiğim kıvırcık yığını boynumdan, omuzlarımdan, dolandığı kolyeden sıyırıp tepemde topluyorum, bu kadarcık hareket bile yoruyor beni yeniden. hiç yapmadığım bir şey yapıyorum elimi uzatıp masadaki her şeyi yere fırlatıyorum birden. sandığımdan daha büyük bir gürültü çıkınca utanıyorum. ev uyuyor çünkü. ama uyumayan biri var. sürekli benimle konuşan biri. en başından beri yatağın karşısındaki kanepeden beni izliyor. sigara üzerine sigara yakıyor, yüzünde bilmiş bir bakış, dudaklarında müstehzi bir gülümseme var, onu görmezden geldikçe artıyor bu. bir şey söylemeye hazırlandığını hissediyorum, ağzını aralayıp aldığı nefesi duyduğum anda kendimi odanın dışında atmak isteğiyle ayağa kalkıyorum, başım dönüyor, tansiyonuma bir dakikalık saygı duruşu. ve yine tavana bakar buluyorum kendimi, bu kez sol elimi bile kaldıramıyorum. o ise bulduğu bu boşluktan ustaca yararlanmayı bilerek beklediğim cümleyi söylüyor,

- bunu sen istedin.

ah bir konuşabilsem. ben sesimi kaybettiğimden endişelenmeye başlarken tozlanmış sulara ilişiyor gözüm. alıp içiyorum birini. boğazımı acıtıyor, su değil, ne bu?

- bu şehirde bu mevsim ilk yalnızlığın. son olmayacağını ikimiz de biliyoruz. o buz gibi ellerini alıp nereye kaçacaksın nükhet?

- allah aşkına sus. bunu ben istedim, benim cezam bana yeter, bir de sen çıkma başıma.

yatağa giriyorum yeniden, yorganı tepeme çekerek. ağlasam ne rahatlarım ama ağlamak bile başka bir zamana aitmiş gibi şu an. hiç ses yok. bilgisayarın şarjı sonunda bitmiş, davetsiz misafirim gitmiş, elektrikler gelmiş, insanlar susmuş. bir tek odamdaki saatin sesi geliyor. takriben 2 dakika saniyeleri sayıyorum sonra başlıyorum şarkı söylemeye,

dedim ya sana, kırık pusulayım ben.