30.5.11

rüyanda ben varsam o rüya biraz da benimdir.



''Griyle yeşil karışımı, çok geniş bir yeşillikte küçük küçük evler var. Senle bir kulübedeyiz. Yanımızda tanımadığım, çok soluk tenli İsveççe konuşan insanlar var. Kulübenin tam ortasında bir sunak var ve sunakta bir haça gerilmiş çok uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir adam var. Adamın vampir olduğunu, ritüelin ilerleyen anlarında haçtan kendini kurtarıp seni öldürdüğünde öğreniyorum. Sen can verirken, ben canı yanan yaralı hayvanlar gibi dışarı koşup bağırmaya başlıyorum. O anda orasının 1600 lerde bir Sırp köyü olduğunu fark ediyorum. Etrafta ağızları pis küçük çocuklar var. Kimilerinin elinde kırmızı böğürtlenler görüyorum, gülümseyerek bana bakıp bir yerden ağız dolusu yiyorlar. İyice kendimden geçiyorum ve kulübeye koşup seni kucaklayıp köy meydanına doğru koşuyorum. Yüzü yanmış bir büyücünün yanında buluyorum kendimi. Sen ölmüşsün. Ondan seni diriltmesini istiyorum. Vudu büyüsü yapmasını filan. O da kahkahalar atıp, bana böğürtlen uzatıyor. Ağlamaya başlıyorum. Senin boynun ve bileklerin kan içinde. Sarışın vampir şah damarından ve bileklerinden kan içmiş. Sonra bana erkek sesiyle yüzü yanmış büyücü kadın - şaman giysileri ve etrafında şaman ikonları var - bir tane topluma adapte olmaya çalışan, 100 yıldan geçkin olmayan bir süre önce dönüştürülmüş bir vampir bulup, onun tarafından benim de vampire dönüştürülmem ve bu şekilde kanımı sana içirmem gerektiğini söylüyor. Anca böyle bir üçleme ile kanım iyileştirici bir panzehire dönüşüp seni yeniden hayata döndürebilirmiş. O vampiri köyün dışında buluyorum. Beni dönüştürmeyi kabul ediyor. Ve ben de kanımı sana içirerek seni iyileştiriyorum. Eskisinden daha da güzel ama daha soğuk ve uzak oluyorsun. Aynı köyün meydanında gündüzleri köyün gençleriyle dolaşıyorsun. Ben güneşe çıkamıyorum ve beslenemediğim için de çok güçsüzüm. Bir gece seni görüyorum. Köyün meydanında bir konserde. Ben konseri izlerken, yanımdan geçip beni görmüyorsun bile. O an delirip yanımda duran bir kızı ve sevgilisi ısırıyorum. Kanlarını içiyorum. Ve bağırmaya başlıyorum yine senin öldüğündeki gibi yaralı bir hayvan gibi. Sonra herkes kaçışıyor. Ben uzaklaşıyorum ordan. Sen de uzaklaşıyorsun bu olaydan sonra. Ben İstanbul'a ve 1990lara dönmeliyim diye koşmaya başlıyorum Sırp köyünde. İki tane kadın bir verandanın altında, rüzgar ve yağmurla birlikte, saçları uçuşurken İsveççe dua ediyorlar. Uzaktan seni ısıran vampiri seninle öpüşürken görüyorum. Bir kahvehane görüyorum, genç esmer bir adam oturuyor. Sanki randevumuz varmış gibi bir hisle yanına oturuyorum. Bana İstanbul'dan ve İstanbuldaki bir gemiden bahsediyor. Ona binmem gerektiğini, bu şekilde doksanlardaki doğumuma yetişebileceğimi ve burdaki kaostan kurtulabileceğimi söylüyor. Peki gidemezsem hiç doğmayacak mıyım ben diye soruyorum. Evet, hiç doğmayacaksın ve izlerin ve varlığın bu köyden de silinmeye başlayacak diyor. Peki diyorum. Burada kalacağım. Artık doğmak istemiyorum diyorum. O zaman sana bir oda vermem gerekecek diyor. Bana çok geniş bir oda veriyor. Sadece bir yatak var. Camları yok. Kapkaranlık. Bir de bir sürü beyaz çarşaf var. Birkaç kitap, bilmediğim dillerde. Orda uyumaya başlıyorum. Sen geliyorsun bir ara. Yanıma uzanıyorsun. Hiçbir şey söylemiyorsun.

Sonra uyandım. ''


O'na sormadan rüyasını çaldım. Bana kızmaz biliyorum.

15.5.11

biz uyurken ahlak ne ile ölçüldü?

Cümlelerin depozitosuz deformasyonu = müebbet mahkumların vasiyet hakkının elinden alınması gibi; ağır çekim bir gerçekliğin yerçekimsiz ortamda yüz bulup sisteme yavşaması, istismarın tek açıklaması, düşman hattında algoritmanın ne derece umursanması.



Sözlüklerde empati uyum getirmez. Oysa öğretmenler sözlü ve sözsüz ifadelerimizde bizi hep haksız çıkardı. Bilirsin işte, halkın arasında çokluk haklılıktır, majesteleri karşısında ise haklılık isyandır. Seni idam sehpasına buyur eden zihniyet, vicdanını ne karşılığında takas etmiştir hayal edebiliyor musun? Kıyamayıp gözyaşlarını silen annen düşük yaparken hangi melekten özür dilemiştir? Kayıtlar yandı çocuğum, defter çağı kapandı. Görebiliyor musun?

İki artı iki eşittir dört önermesinden yola çıkarak kelime artı kelime eşittir cümle önermesini ağzından salyalar akarak doğrultmaya çalışan deliler sürüsü, yüzyıl farketmeksizin aklımızın duvarlarına cinnet örüyor. Sen sen ol, sonbaharı sakın incitme! Dalda duran yaprak sayısı göğsündeki sevgili hayaletlerinin karesi çıkar bakarsın. Latife etmiyorum, hayır, biz daha doğmadan o ağaca isimlerimizi kazımıştık. An’sımıyor musun?

Bana kapalı bakma ne olursun! Ruhunu emzirmek için kapında yatan kaypak şehrin ile cinsiyetini devirmek için yatağına giren sarışın vampirlerini toplarsan milenyumun kronolojisini vermez, yanılıyorsun. Senin çocukluğun hala tarih derslerinde ağlıyor: ‘Syd Barrett niye öldü,niye?’’ .. Kalk tahtaya! Cebir sana öğretecektir ki rakam keskindir harf gibi itaat etmez. Ölmek gülüşüne addedilmiş bir kazadır; ölüyü beklediğin günleri sayarken matematik öğrenirsen, asla elinden öpemezsin Tanrının.




*fotoğraf : Nam June Paik.

11.5.11

size çok yakın bir yerde çürümekteyim.



Duydum. Hepsini duydum. Herkes durmadan çay karıştırdı. Başımda çay içtiler, ölümden, tenimin güzelliğinden ve eski filmlerden bahsettiler.

Onu seviyorduysan neden benimlesinler, beni seviyorduysan neden ona gittinler, herkesin belinde silah taşıdığı ve dişlerini karıştırıp durduğu dost meclisleri, envai çeşit mektuplar, sararmaya mahkum fotoğraflar, anne gelinliklerinin bulunduğu sandukalar, ne var ne yoksa ortalığa dökülmüş tavanaraları, hayatımızı istila eden böcekler, olmayan kefen cepleri, mübalağa edilen meşkler, tadında bırakılmayan meyler, nihavend makamında tozlu şarkılar, zerre kıymeti yok hiçbirinin.

Ben bir gümüşbalığıyım olsa olsa. Az sonra gelip yedi renkten daha parlak pullarımı temizleyecekler, artık kül rengine dönmüş çocuksuz karnımı yaracaklar, bütün terk edilmiş irinleri akıtacaklar ve artık her ne ise o bilinmeyen kadınlık hallerini, dünyevi zorlamaları, zemberekli alışkanlıkları koparacaklar; birazdan dile gelip ağıt yakacak, yetmez ise su olup koridorlardan akacak, ve en sonunda dünyanın geri kalanını son bir çabayla yansıttığının akabinde tuzla buz olan bir aynaya meyledecek olan şu meymenetsiz içimi yaracak ufacık bir makasa 'ben bir gümüşbalığıyım olsa olsa' diyecek dilim, kendinden utanacak.

*fotoğraf : Andrei Tarkovsky - Zerkalo