25.9.10



içimden bir kalabalık koştu gürültülü ve çoktular yeni bir şiire başlamaya niyetlendiğim her söz evrildi ve farklı düzenlere büründü siz sanıyor musunuz ki harfler sözcükler ölüdür her cümle sessizce nefes alır ve verir hatta hızlı hızlı tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi sizse korkarsınız yanından uzaklaşmaya ya nefesi durursa kalbi atmazsa diye bir şarkı ödünüzü kopartır müzik kutusunu kim çalıştırdı en sevdiğim şarkıyı nereden bildiler içinizden bir sessiz harf attınız batmamak için sonra bir tane daha bir tane daha –

mevsimler kendi kendilerini erteliyorlar denizin üstünde bir dolunay belki bir ikincisi de var bize öğretilenlerle nereye kadar diyecek oldun ağzına vurdular sandallar ve küreklerle toplam kaç kişiler bilmiyorum içimden bir kalabalık kürek çekti karşı kıyıya sessizdiler ama yine de çoktular her birini içimde hissettim yağmur gibi şakır şakır üzerime yağdılar –

birisi hep eskileri hatırladı durdu belgisiz sıfatlarla konuştu başkalarının yüreklerinde konuşlandı ve oradan dünyaya lanet okuyup durdu düzlüklerde susuz kaldı ağzını sonuna kadar açıp bekledi bir sonraki yağmuru bir sonraki bedeni bir sonraki açlığı neyi ertelediğinin farkına varamayacak kadar erteledi o kadar unuttu ki bir daha hiç ayık gezmedi –

rüyasında gökyüzünde yıldızları kaydırdığını tekrarladı bulduğu en temiz kağıda bir harita çizdi herkes onu izledi ve bulacakları değerli şeyleri düşünüp ellerini ovuşturdu o harita bizi nereye götürdü kimi kayıp şehirleri düşündü kimi hazineleri biri çıkıp bu beden size uyar demese daha da gideceklerdi tek tek girdiler mezara ve denediler külkedisinin ayakkabısı gibi ama hiçbirine uymadı bense uzaktan bakıp ağlayarak izledim onları mezar benimdi.

17.9.10

Topluca 31 Çekmek
(işi yeni öğrenenler yanlarındakileri örnek alsın lütfen)

I
“Şimdiye kadar romana hiç gün ışığına çıkmamış kişi koymadım ..”, böyle diyor Miller . Her zaman yaptığım gibi , ya da hemen hemen her zaman yaptığım gibi bir bardak viskinin bitişiyle bugünkü okumamı noktaladım. İyi bir ölçek olduğunu düşünüyorum viskinin. Sonra gerçek kişiler üzerine yazmaktan nasıl bir özenle kaçındığımı düşündüm ve bunun üzerine daha önce düşünmemiş olmak beni şaşırttı açıkçası.

II
Telesekreterime bırakılmış mesajları dinlerken hep aynı şey gelir aklıma , insanlar beni genelde gitmediğim ve genelde gitmedikleri yerlere davet ederler. Bu genelde gidilmeyen yerlerde canımız sıkılır ve genelde az konuşarak günü ya da geceyi bitiririz. Başkalarıyla karşılaşmamış olmaktan mutlu olduklarını düşünürüm, başkalarıyla karşılaşmamış olmaktan niye mutlu olduklarını düşünmem. Kişi canını sıkacağını bildiği işlere girişmemeli. Kalabalık yerlerde miyopluğumun – ki bir yalan değildir bu – arkasına sığınabiliyor olmak beni bu düşüncelere kayıtsız kılar.

III
Pisliği pislik, arkadaşı arkadaş olarak ayırt etmek gibi bir eğilim var çoğunuzda. Bazen beni şaşırtıyor bu , küstahlıkmış gibi geliyor “o aslında iyi biridir “ ya da “o aslında sağlam çocuktur “ hali... Hep iyileri seviyoruz veya sevilecek bir tarafları mutlaka var. Oysa nasıl tiksinti verecek bir zayıflık bu, karşındakine nasıl bir iftira... Hayır, sevilecek yönü yok. Hayır o (yasak kelime kullandınız)çocuğunun biri... Bu zavallı dürüstlüğü de mutlaka bir özür izliyor “ama ona ihtiyacım var.” “ama eski günlerin hatırına...” İnsan pisliği de sevebilir ve hatta çoğunlukla çok daha temizdir pislik kutsal tutulandan.

IV
Neden diyorum, bu kadar zahmete ne gerek var. İnsan çivili yataklarda uyumamayı ve serserilerle ahbaplık kurmamayı tercih edebilir. İşin karizması azalıyor değil mi... Ben seni herşeye rağmen seviyorum... Yapma ya... Çok umurumda mı olmalı, yani umurumda olması ya da olmaması yoracağından değil ama biraz sakin olsak... Hastalıklı bir kendini bilme hali ve karşındakini de bilme (üstelik) küstahlığı içinde affediyoruz, olumlu, daha kötüsü ılımlı kılıyoruz. Sormadan affediyoruz, egomuz paçalarımızdan dökülüyor ve yargılamış olmanın bütün acınasılığını kabullenmiş oluyoruz bunu yaparken. Varsın olsun.

V
Bir açılışta, gittiğim andan itibaren gitmem ve gitmemem arasındaki tartışmada gitmek lehine oy kullandığım için gider gitmez pişman olduğum bir açılışta bütün bu gülümsemeleri nasıl olup da yeni model ve el yapımı ve dün-de-böyleydi-bugüne-özel-değil yüzlerinde taşıyan onca insan arasında kendimi var kılmak istemememde anlaşılamaz bir taraf bulunabilir.

Oyundan kurallardan, cemaatleşme halinden bahsetmeyeceğim, ayağa düştü bunlar artık -oysa çok farklı olabilirdi belki– ama yanıtlar çoktan ezberlendi bile, saksı bitkisi kadınlar ve aranjman hazırlamaya gelmiş erkekler arasında –sokakta da başka türlü değil, yanlış anlaşılmasın, hepimiz her yerde birbirimizi suluyoruz uzun süredir- hangi ifadeyle baksam diyalog kurmam gerekmez sancısı içinde kendi acizliğimden nefret ederek biraz dolanmış olmam beni alemin ne en güzel ne de en (yasak kelime kullandınız)kadını yapar. Öyleyse mesele bu değil. Meselem bu değil.

Hangi hastalıktan muzdaripiz bilmiyorum. Jestler halinde seviyoruz birbirimizi ne hoş, ne güzel, en iyi bildiğimiz dualar en popülerleri, eski kulağı kesikler borsada yükselişte. Baştan aşağı müstehcen ve aşağıdan yukarı müslümanız. Böylece artık müslüman mahallesinde salyangoz satılabilir, bu satanın ve alanın problemidir diyecek kadar da liberal görüyoruz hayatı. Hepimiz karımızın kardeşini beceriyoruz en kırmızı yatak odalarında, gelinler hala beyaz giyiyor, siyah yeni gençlik arasında revaçta. Ve hepimiz bakireyiz, maksat ruhu kurtarmak, oysa ruh bedenin yanında ne ki açıklığı bile edebiyat malzemesi olmanın ötesine geçememiş bir rivayet ama olsun, madem ki bedeni kurtaramıyoruz öyleyse cennette bir yer garantilemenin bir yolunu bulmak gerek. Beri yandan sevgilimizi topluluk içine çıkartmaya utanıyoruz, en vasat bahanelerle, ahlakçıdan çok ahlak kokuyor her tarafımız, utanç kokuyor. Ruhumuzdan utandığımız yetmiyormuş gibi başkalarının ruhlarından da utanıyoruz hiç utanmadan. Ama olsun, “aslında iyi biriyiz “ ya hepimiz, herkesi aslında iyi biri zannediyoruz, olmayanlar aldırmadıklarından olsa gerek susuyorlar ve içiyorlar zaten şişe bitince de uzuyorlar hafiften. Adaletle işi olmayan bu anlaşmada ne kadar haklı ne kadar temiz tutuyoruz kendimizi... Şaka. Şaka. Uykuyla uyanıklık hali arasında söylenmiş sözler bunlar.

O’nu “aslında iyi biri” yapmak, bizi de pek iyi biri yapıyor. Kokan tarafımızı leş yerlere saklıyoruz, leş yerlerde gördüğümüz insanları da aslında iyi biri diye paketliyoruz ve kırmızı kurdeleler asıyoruz üzerlerine. Onlara kaçıyoruz ama istediğimiz zaman, sonra onlardan kaçıyoruz topluluk içine çıkınca en fazla marjinal yaratık olarak gözlüyor ve yem atıyoruz onlara kafesin sınırlarına çok uyanmadan.

VI
Öyle yağma yok demekle uğraşmanın anlamı olmayacağından olsa gerek pisliği yükselen değer yapmamız pisliğe bulanmamızı kolaylaştırıyor. Kabul ediyoruz ve kabul ediliyoruz, Tanrı hepimizi kutsasın en sevilen biziz bugün. Sevişmeyi bilmeyen ve üç satırda boşalan edebi karakterler (daha beteri bu karakterlerin yazarları) olsak da en iyi aşk şiirlerinin bizim elimizden çıkabileceğini sanıyoruz. Bir kadına iki bacağını açtırabilmek en büyük zaferimiz hala bir türlü çıktığımız döl yatağına geri dönemediğimizden ya da karşımıza bizi oraya geri tıkacak birileri çıkmadığından, çünkü hepimiz nazik ve hepimiz “aslında iyi insanlar” olduğumuzdan... (Belki artık “özünde” diye devam etmeliyim, birkaç aydır bu kelime pek revaçta. Bunun da bir piyasası var elbet, uzlaşılmış değerlerin ve kaç dakikanın erken kaç dakikanın geç olduğunun ve zevki zamanla hesaplamanın skor tablolarının... Hepsinin piyasası var. Erkekler sayıları seviyor, kim ne diyebilir kutsal kitabını rakamlara bölmüş ve orada rakam aramayı kesmemiş bir ırkın ahfadıyız, sayılar her seferinde kutsallıktan pay alıyor... Varsın olsun.)

Kemirdiği kemiği nereye tüküreceğini bilmez bir biçimde kokteyl partileri, brançlar yaratıyoruz kendimize, cemaatleşmenin küflenmiş bir renk olduğunu söylesem yine adi edebiyat olacak. Açık verme korkusu almış başını gidiyor. Açık veriyoruz ama uzlaşımsal açıklar bunlar. Diğer kadına aşık olmadığımız sürece aldatabiliyoruz karımızı, diğer erkekle yatağa girmediğimiz sürece günah sayılmıyor öpüşmelerimiz. En idealistimiz ahlakını böbreğinde taşıyor. Zaten bir bira bir de ahlak kiralıktır post-modern yazıtlarda. İkisinin de sabaha izi kalmaz, belki biraz kusmuk biraz da meni ama olsa olsa bu kadar, bir de sözler söyleniyor su yüzüne biz çıkalım ama gece gecede kalsın diye. Varsın olsun, bu da büyük mesele değil.

VII
İşine gelmek yeni bir din sayılmaz. Kapalı odalarda diz çöküp yalvarırken yarın bunu anlatırsa ona kimse inanmaz zaten diye düşünmek de bir suç değildir kim bilir hangi tarihli anayasayla kutsanmış kurallara göre. Ama sırf böyle olmuş olduğu, böyle olageldiği, tanıdığımız bildiğimiz kim varsa böyle yaptığı için karşımızdakinden de bunu beklemek var ya, işte bu midemin kasılmasına yol açıyor bu sıralar. Yumruğum sağlam olsa onu kullanırdım iltihaplı kelimler yerine ama iyi insanlar kaba kuvvet kullanmaz ve kimsenin suratına tükürmez öyle ya ancak bar masalarında “bir tane indirecektim suratına” demektir işin raconu .

VIII
Şeytan arafa hapsolmuş bir kez, artık kimsenin namusu zaten kurtulmaz, tüm kapılar kapandı suçu atacak kimse kalmadı geriye. Bütün hatalardan bütün sapmalardan bütün günahlardan bir ders çıkartmak adına kirleniyoruz yoksa içimizde ne arar pislik, saf sudan yapılmış insanoğlu, böyle diyor en büyük tanrılar, işi biliyoruz, derdimiz görünüşü kurtarmak, hadi bunu da anladım diyelim, ama başkalarının görünüşünü sırf bizimle göründüler üzerimize sıçramasın diye çekiştirmek... Bu enerji, kendinde bu hakkı bulma hali nereden geliyor... Biri bana söylesin lütfen.

IX
Okuyucuya not: Bütün güzel içkiler sek içilir. Bütün güzel kadınlar tek kullanılır.


Zeynep Heyzen Ateş

9.9.10




leyla meyla anlamam yaktın beni, canımsın malımsın öldürdün beni, zemheri aylarına susattın beni, ne istediğimi unutacak kadar oyaladın beni, yaldızlara yıldızlara boyadın kandırdın beni, sen olmasan elbet başka şeyler dilerdim o mumları yakınca, salak mıyım yoksa ben tanrının evinde kalbimi düşünecek kadar bencil olayım? üşenmedim yazdım çizdim yok demedim yorgunum demedim ıssızım sessizim demedim, elimi uzattım rüzgarda kuruyan çamaşır gibi kurudu kaldı sirke gibi ekşidi suratım kalbim asfaltlar kadar yorgun karardı, babamın çocukluk hikayeleri kadar içe işler diş sızlatır oldum söyle ben neden böyle oldum?

kardeşimin doğduğu günü hatırlıyorum, dedi. 3 yaşındaydım ama bugün gibi hatırlıyorum işte. üst katta doğurdu anam, başında bir leğen su, üzerinde yeşil battaniye, başını bağlamış beyaz bir tülbent ile. oysa baban gelecek dedilerdi ben de indim kapı önünde oturdum tüm gün, babam suriyeden gelecekti. geldi de, akşam. beni kucağına aldı, üst katı işaret ettim, çocuk, dedim. güldü. babasına aşık bir adamdım, babam tanrıydı benim için. babam öldü, tanrı da bu vesileyle, dedi, işte bunları bir bir..

daha da anlatmadı şarap olsaydı anlatırdı elbet. şarap olsaydı ben de anlatmaz mıydım fikrimin ince küllerini, gönlümün kat kat tüllerini, kirpiklerimde çürüttüğüm güllerimi, sen de film izler gibi izlerdin işte beni, ama şimdi sularım çekildi, mevsimim geçti, yeni sezonda rol teklifi gelmiyor bana artık.

nedir bu hengame, pardon astigmatım azdı sevdiceğim, şeklin şemalin bulanıyor artık, her kadın zaman zaman birilerini mutlu etmek için bir film yıldızı, bir roman kahramanı, bir şarkıcı olabilir, diyor doktorum. size bir doz sakinleştirici yazıyorum, sakinleşmezseniz de üzülmeyin, afilli renklerde deli gömleklerimiz rengarenk şırıngalarımız mevcut. tıp çok ilerlemiş meğersem, beni merak etmeyin, ben iyiyim.

6.9.10




cebren ve hileyle, hatta azametle girecektim kalbinin tüm odalarına!
baktım çöpte bütün senaryo.


nasihattır : sıkılmış yumruk bakışlı adamları sevmeyiniz, ve hatta itinayla kaçınız onlardan.