17.3.21

Sondan Bir Önceki Yazı.


Kedi perdeyi hışırdattı. Uyandım. Bir cümle kalmıştı aklımda rüyamdan, dilimi ısırdım, unuttum. Mutfağa sürükledim kendimi. Kahve koydum. Uyanmak istediğim saatte uyanmıştım, küçük bir mutluluk yaşadım, sonra geçti. Bir yudum su içtim. Kediye de su ve sevdiği şekilli mamalardan verdim. Sevindi.


Soyundum, kendime bakamadım. Duşta fayansların üzerinden rengarenk bir şeyler aktı, işte onları uzun uzun izledim. Yıllardır ertelediğim bir veda günü gibiydi. Kara bir karnaval. Bunca yıldır ardına sığındığım bir mahlas, bir mürekkep vardı güvendiğim, işte onu fayansa boca ettim, delikten aşağı akmasını izledim. Yüzümü buruşturdum. Ağlamadım. Bir organımı almışlar gibi çıktım ordan. Derimi bıraktım. Pullarım, incilerim döküldü. Üşüdüm.  


Bugün sözümü çok kestiler, konuşamadım. İşlere güçlere dolandım, anlam veremedim. Postaları okudum, imajlara baktım, üst üste açtığım pencerelerin arasında kayboldum, yabancıladım. Başkasının hayatı gibi geldi her şey. Yalan yok, uzun süreden sonra tek yöne bir bilet alıp memlekete gitmek istedim. Hayatımdaki her şeyi ve herkesi bırakıp kaçmak istedim. Yapamadım. Evde kedim var, küçük. Onu bu işe bahane ettim. 


Durduk yere içimde bir taşı oynatmıştım, olacak iş miydi. Sen benim canımı taşıyan bardağı devirdin yazmıştı şair, sen benim kumdan kalelerimi yıktın, sessiz akan nehirlerimi taşırdın diye ünlemek istedim ben de birine. Suçlamamın muhatabı yoktu. Öznesiz kaldım. Boş boş duvarlara baktım. 


Kaldırımın karşısında bir kafe ile göz göze geldim. Tiramisu artı filtre kahve yirmibeş lira yazmışlardı. Kafe ile aramda bir sokak değil kocaman bir dünya vardı. 30 yaşındayım. Her şeyi becerdim, bir kafede tek başıma oturup kahve içmeyi beceremedim. Bir defasında iyileşeyim diye tek başıma denizaşırı bir ülkeye gittim. O kahveyi orada içtim. Panik atak geçirdim, döndüm. 


Ağırlığımı sağ bacağımdan sol bacağıma aktardım. On saniye daha baktım tabelaya, tiramisu da bana baktı. Kafamda kısa cümleler aradım, bulamadım, her şey upuzun, ölünce uzayan cesetler gibi, yan yana devrildi boylu boyunca yattı yıllar. Kayboldum. Mor pankartlı kadınlar geçti önümden. Onlara takılıp sokak boyunca koştum.


Mürekkebim yok, mahlasım yok, kimim ben?


Koşarken dilimi dişlerimin arasında gezdirdim. Boşluklara, çapraşık dişlere, tümseklere, çukurlara değdi dilim. Ağzımın içinde bir şey aradım, bulamadım, sözüm yoktu, orada da değildi. Öksürdüm, hüznüme bir faranjit yapışmıştı, konuşamadım.


Sokakta kıyamet gibi insan, yüzlerine bakamadım, çoktular. Affet onları, insanlar, kalabalıklar dedim. Antikacının önünde gençten bir çocuk, kırmızı bir bandana bağlamış kafasına, elinde en irisinden bir köpek. Sigaradan büyükçe bir nefes çekti. Üfledi. Doluydu. Kokusu genzime doldu. Oyalanma hadi, yürü dedim. 


Pavlonya’da yan yana iki bar var, biri Pablo biri Neruda. Pablo’da üç kişilik bir masa vardı üzeri silme biralı, sokağa hışımla girdim, tekmili birden dönüp bana baktı. Yoksa bakmadılar mı? Bazen böyle oluyor, bütün dünya devasa bir göz olup bana bakıyormuş gibi geliyor. Adamların feri kaçık gözlerine bakıyorum, gözlerimi indiriyorum. Bugün hiç bana yanaşmasın, yüzüme bakmasın dünya. Çıplağım. İncilerim, pullarım döküldü. Toplayamadım. 


Tırnağımla etimin arasında bir boşluk açılmış, orayla oynadım durdum üç sokak boyunca. Caferağa Kapalı’nın önünde delikanlılar vardı, bela aramaya gelmiş gibiydiler, bazen olur hani öyle. Bir grup diğerine laf attı, birader, hayırdır, bakma bize dedi. Beriki cevap verdi, size bakmıyorum, benim bakışım öyle dedi. Hepsinin suratına tek tek baktım. Çanak çömlek patlar, burda az sonra kavga çıkar.


Barlar, meyhaneler tıklım tıkış. Neşe içinde gülüp içen insanlar var. Kendimi onlardan görünmez bir perdeyle ayrılmış gibi duyumsadım. Çok değil daha evvelsi gün ben de perdenin öbür tarafında oturmamış gibi, solgun bir hayalet gibi yürüdüm aralarından. Kaygısız, telaşsız gülüşmeleri, avaze konuşmaları sinirime dokundu. Daha fazla göremeyeceğim. Eve varamadan birkaç sokak önce kestirmeye dönüyorum, rahat ediyorum. 


Mahallenin delisi Freddie neşeyle ıslık çalarak karşıdan geldi. Siyah eldivenlerle sakladığı pençeleri ve asla giymeyip sürekli omuzlarında taşıdığı pardesüsü ile. Bostan sokağın delikanlı köpeği Lucky onu görünce kırıtmaya başladı. Hasret giderdiler. Niyeyse imrenerek baktım. Ben her gün Lucky’e ses veririm, Lucky bana hiç pas vermez. 


Nihayet sokağı buldum. Apartmanımın duvarına ‘Yeraltında Ezilenler Yeryüzüne Ses Verirler’ yazmışlar. Üzerini biri çizmiş, ama olsun. Itır misali, kekik misali bir koku yayıldı yazılamadan. Sevindim. 


Kapıyı açtım, kedi de bana göbeğini açtı. İyiyim bir şeyim yok diye kendimi avuttum. Hepsi bir rüyaydı, geçti. Evde bir takım hasarlar vardı yalnızca, yıkıntıları ayağımla iterek yürüdüm. Hafiften midem bulandı, kussam iyi gelir aslında diye düşündüm. Sağa sola baktım, kusmak için izin alacak birilerini aradım, bulamadım. Banyoda sabahki mürekkebin izleri kalmıştı.


Rüyamdan yarım kalan cümleyi hatırladım. 

Ben bilmez miydim sanki beni dağıtmayı. 

Kim toplar ki işte şimdi beni?

19.2.21

İvmeden Uzakta.

Bir şehir, ya da o şehir, bu veya şu şehir, şehirlerden herhangi biri, bildiğin bir şehir, yalnızca gezdiğin bir şehir, adını duymakla kaldığın bir şehir, merak ettiğin ya da etmediğin bir şehir, isimli veya isimsiz bir coğrafya, tanımlı veya tanımsız bir topografya, bir düzlem, bir yüzey veya bunlaran herhangi biri, yahut hepsi. Bir şehir seni var edebilir, oysa yok edebilir de. O, kendi bütünlüğünde kıpırtısız bir düşman da olabilir, tam düştüğün yerde elini uzatan bir yabancı da. Bedenini ona bağışlayabilirsin yahut karşısında dimdik durabilirsin de, kendi bedeninle yapacaklarının ihtimali şehrin akışını etkilemez; bu gerçekliği farkedene kadar şehirle bir savaş halinde olma hakkını saklı tutarsın, varlığını yadsıma sınırında gidip gelmektir bu, durursan yem olacağını bildiğin için durmamaya gayret edersin, devinirsin, bir ivme bağışlar şehir sana, bu ivmenin adını rutin koyarlar, her gün aynı yemeğe bayatlamakta olan bir ekmeği basmak gibidir bu, dilinin hep aynı yerinde bir yara oyulur, bazı günler o yarayı görmediğinde telaş yaparsın, o yara senin en yeni ve en eski dostundur, annenden önce tanıştığın ilk şeydir o, şehrin bütün elementlerinde, kanserli ciğerlerinde, tıkalı damarlarında, kuantum deliklerinde o yaradan tanırlar seni, bilmesen de kendine has bir izi vardır o yaranın; şehir o izi okuduktan sonra belleğine kaydeder, bundan böyle seni böyle tanıyacaktır, bunun sayesinde seni bir mikrop gibi tükürüp atmaz varlığından, bunun sayesinde sen o tıkalı damarlarda yarı baygın gezinmeye devam edebilirsin, ve en sonunda yanlış kaynamış bir kemik gibi, hatalı bir organ nakli gibi, bir kromozom fazlası gibi, iğreti ve uyumsuz, fakat birbirine mecbur devam edersiniz, sen ve şehir, o şehir, bu veya şu şehir, belgisiz şehirlerden herhangi birisi, içine doğduğun şehir, bulduğun şehir, veya öldüğün şehir, kendini içinde tanımlamaya cüret ettiğin herhangi bir kara parçası belki de. 

13.2.21

47.Gün

Özneye müdahil olmayan bir şey var, bulutsu yazınlarda kendine telkin bellediğin, bir hipnozun içine düşen kertenkele hissizliğiyle, kuyruk bırakıp kaçan bir şuursuzluk, bilinçaltı kumu, edilgen bir saat, dönüşlü fiil gerginliği, ip eğirirken eline batan iğ, tutarsız bir hesap, hiçbir şeyi işaret etmeyen noktalama, ani bir karekök, orada dikiliyor oluşunun berbat bir natürmortu, koltuğun derisine usulca yapışmak, birine yakarmak, yankı'nın keşfediliş anı, perişan diyalektik, asimetrinin kusursuzluğu, latince ölüm atasözleri, hala yaşıyor olmanın kibri. 

Hepsi sana müdahil ve senden bağımsız.

Söz insanın neresidir? Her neresi ise tedavülden kalkmak üzere.