19.12.10

Illuminations Mixtape



Giriş : Bir bar taburesi üstünde Rimbaud'un şiiri bıraktığı yaştayım.

Yan etkiler :
Yüksek Tansiyon, Depresyon, Yükseklik Korkusu, Insomnia.

İlaç listesi aşağıdadır:
(her gece tok karnına, yatmadan alınacak)

Magyar Posse - 2 : Mahvolmanın eşiğinde bir yaz başlangıcı. Yatağa uzanmış tülleri izliyorum, bir esinti kıpratsın diye heyecanla beklediğim tülleri. Birden bilgisayarım güzel bir oyun oynuyor bana, magyar posse çalıyor, bu şarkıya geldiği zaman dayanamıyorum, kalkıp ismine bakıyorum. bir ismi bile yok. bir numarası var yalnızca. 2. ironik. dilemmalarım yüzünden mahvolduğumu yüzüme vurur gibi.

Anımsayabildiğim kadarıyla, eskiden, bir şölendi yaşantım, açtığı tüm çiçeklerin, tüm şarapların aktığı.


Maybeshewill - Seraphim & Cherubim : Koştuğun ancak kaçamadığın eril bir şiddet, gündelik rutinin olmaya yatkın bir kabus, serzenişli gitar tonları. Maybeshewill, bu şehre ilk geldiğim sıralardaki şiddetli yalnızlığımı hatırlatıyor bana. geçti sandığım ama sürekli nükseden bir hastalık olsa olsa.

…Kaçtım. Ey büyücü kadınlar, ey mutsuzluk, ey kin, size emanet edildi hazinem. Her insancıl umudu usumdan silip atmayı başardım. Boğazlamak için onu yırtıcı bir hayvan sessizliğiyle her kıvanca saldırdım. Cellatları çağırdım ölürken tüfeklerinin dipçiğini dişlemek için. Afetleri çağırdım kumla, kanla boğulmak için. Tek tanrımdı mutsuzluk. Çamurlara uzandım. Suç güneşinde kurulandım. Deliliğe yaman bir oyun oynadım.

Shora - Parhelion : Hiçbir dile ait değilmiş gibi duran, hiçbir kalbe yerleşemeyen, insanın içine oturan. ağacın dibinde bekleyen bir çıngıraklı yılan gibi , tüm kasların gevşediği , kendini bıraktığın an seni sokmak için hazır bekleyen, soktuğu an ter döktüren, felç eden. keşke öldürse dediğin.

Kısa sürmüş uçarılıklar, çocuksu gururdan doğan hırçınlıklar, ruhsal çöküntü ve korku… Belleğin ve duyuların yaratıcı gücünün tek besini olacak. Ya dünya, neye döner sen çıktığında? Herhalde hiçbir şey kalmaz şimdiki görünümlerden.

Migrain - A Persian Perfect Circle : Yakın zamanların uzak umutsuzluğu. Ölmüş bir sevdanın ardına yakılan kısa bir ağıt. tüllerinin ardından yaşlı gözlerle etrafı izleyen bir karadul gibi, yalnızlık manifestosu yazarcasına ellerini bir gül bahçesinde unutarak azametle uzaklaştı gitti kalbinden, kısa sürecek bir ağıttı bu, o bilmese de.

Kızgın sıcağı yazın bırakıldı eline dilsiz kuşların ve ölmüş sevdalar, göçüp gitmiş ıtırların koylarıyla birlikte bırakıldı bedelsiz bir yaslar sandalına.

Eksi Ekso - The Choir Will Always Sing : Soğuk. Yalnızca soğuk hatırlıyorum. Camlarına başımı dayadığım otobüsler, hiç ısınmayan ellerim ve ayaklarım. o soğuk melodisinin altında hep bana isyankar gelen bir keman, adından mütevellit güven telkin edici biraz da, çok dinlenmiş ama henüz eskiyememiş. Sarıldığım yorgan kadar, her gün içtiğim su kadar, evimin anahtarı kadar bana yakın, bana gerekli. En Sevilen'lerden.

Satılık, paha biçilmez bedenler, tüm soylarda, tüm dünyada, tüm döllerde, erkeğin dişisinde eşi benzeri olmayan! Zenginlikler fışkırsın, isteyin! Kelepir elmaslar, kaydı kuydu yok! Satılık, yığınlar için kargaşa, meraklısı için sürekli doyum, sadık kızlar ve sevdalı erkekler için acımasız ölüm! Satılık evler ve göçler, sporlar, peri oyunları, eksiksiz rahatlıklar ve gürültü, devinim ve bunların sağladığı gelecek!

Oracles Always Lie - Birds Were Following Him : Haziran'lar , benim güzel Haziran'larım. oyuncu kuşlar tarafından en çok kandırıldığım, kanatlarına binip çok uzaklara uçtuğum, bitmesin diye sayıkladığım uzun geceler, uzun yalanlar.

Siyah tül koridorlarda, izleyip adımlarını ellerinde fenerler ve kağıtlarla dolaşan insanların, üşüşüyor oyuncu kuşlar, seyirci tekneleriyle kaplı bir takımadanın salladığı dubalı köprü üstüne. Sıçrıyor alev çimenler tepenin doruklarına dek.

Glaciers - Blood For The King : Bırakıyorum yalnızca Rimbaud konuşsun savaş baltalarımın yerine..

Ey doğurganlığı zihnin, sonsuzluğu evrenin! …Ey dünya! Ey yeni yıkımların aydınlık şarkısı! .. Açacağım örtüsünü tüm gizemlerin: Dinsel ya da doğal gizemlerin, ölümün, doğuşun, geleceğin, geçmişin, kozmogoninin, hiçliğin... Dörtnala gidedursun yakarış, ışık gürleyedursun..

Goonies Never Say Die - Don't Fight the Fire :
Arşive yakın zamanda katılıp beni mahvetmiş bir joker, oyunbozan. Bu şarkının insan karşılığı olan M'ye yollamıştım ilk, 'bir sigara yakılır böyle şarkıya' demişti. Durur muyum, ben de yakmıştım.

Akşamlar, sabahlar, geceler, gündüzler… Bitkinim! …Bitip tükeniyorum. Mezar bu, solucanlara gidiyorum, iğrenç mi iğrenç! Şeytan, soytarı, çökertmek istiyorsun beni efsunlarınla. Vur diyorum! Bir dirgen darbesi daha! Ver diyorum! Bir damla ateş daha!

I Hear Sirens - This is the last time I'll say goodbye : Post-Rock tanrıları beni kutsadığından beri beni her seferinde heyecanlandıran bir albümün naçizane parçası. müzikle zehirlenerek uyuduğum tuhaf uykularda karşıma çıkan bedensiz karakterlerin, bulutlu yüzlerin sorumlusu, gözlerimi kapatıyorum, sirenleri gerçekten içimde duyumsayana dek.

Biraz serinlik Tanrım, ne olur, ne olur biraz serinlik!


Beast, Please Be Still - Mastodon March, Smilodon Smile : Tüm bu piyanolar, bu üflemeli, vurmalı, yaylı şeytanlar, beni özüme bir yaklaştırıp bir soğutan, küçük küçük araflardan ibaret bu lanet şarkılar. Ritmi, cismi, bedeni değişip, dönüşüp duran, yanıltan, ayıltan.

Çünkü, daima, Ben bir başkasıdır.

Illuminations Mixtape Link :
http://www.megaupload.com/?d=IUDZOJOO

dipnot: italik yazılar Arthur Rimbaud alıntıları. şu sıralar dünyayı onun hayalimistik kulelerinden izlemekteyim. bir mixtape'e bu kadar yazı mı yazılır diyenler olacaktır, neden albümün ismini illuminations koydun'un cevabı belki de, ironik, 'aydınlanıyor' muyuz içimiz mi kararıyor belirsiz.

8.12.10

Ölüm Döşeğinde Yatış



Ölümün döşeğinde yatıyoruz onunla; yere serilmiş incecik bir şilte üzerinde yatıyoruz. Gövdem gövdesinin üzerinde (bilmiyorum ne değin uzun bir süreden beri) başlangıcı fagotların üflediği incecik bir ezgiydi anımsadığım ,bunu ben istemiştim daha çok; o da ılık geniş yumuşaklığı, güneş yanığı sakinliği içinde kabul etmişti benimle birlikte şiltenin üzerine uzanmayı. İşte bitmeyen devinim! Onun içine giren onun da büsbütün içine aldığı gövdemin gergin gücü dolayında, durmadan eritici kıvamda sularını salgılayarak açılıp kapanıyor işte! Böylece karşılıyor devinimimi; öylesine ki düşünemiyorum başka bir şey. Islak ve üzerine güneşin gölgesi düşmüş gövdem onun gövdesinden başka ne ki sanki.

Yüzü yüzümü karşılıyor; ağzıysa akan sular İle kavranılamaz bir koşutluğu sürdürüyor.

İşte bitmeyen eylem: mavi apaydınlık bir gecenin eylemi bu. İşte bitmeyen gerçek, dönen, yayılan, içine girdiğim yayvan yüzey. İşte bütün bir yaz mevsimi çıplak deniz kenarlarında, korularda içimin özdeklerinde birikmiş güç, seni harcayacağım irinlerimi akıtarak, işte durmadan büyüyen, açılan, sonra kapanan sulak ağız. İncecik ölüm döşeği üzerinde (uçucu varlığımın ıssız bir düzey üzerinde durduğu, sonsuzluğunu duyduğu süre değil miydi bu?) kim bilir ne değin ince tahtalardan, bambudan ya da kemiksi, beyaz, yapay bir örgüden dokunmuş; senin öykünü deyimleyebilmek isterdim kanlarımı akıtarak; gövdemin, senin yüzeyinde gerilen yapışıcı gövdemin, kendi öz-ruhunu sonsuz devingen birleşime satmış varlığı ile birlikte.

Diri, sonsuz denizsi varlık! Öykünü yazacağım senin de.

Kademelerin, yapıların, sırtların, unutuşların, solgun görünüşlerin, beklemelerin, yeniden bulmaların, uzun çırpıntılı denizin yarı uykulu yan uyanık öyküsünü. Madem ki parıldayan gövdem tüylerle örtülü güneş yanığı gövdenden başka bir şeyi duymuyor; işte onu betimleyeceğim ben de.

Demir Özlü, 1965

17.11.10



I.

Yazılan, geceleyin, deli bir anı yaşarken, "Ah, şu anda bunları kaleme alabilseydim," dedikten sonra gelen hevesin yağmaladığı düşlem kırıntılarından arda kalanların gündüz satışa sunulmuş halidir.
Yazılan, asla yaşanan değildir.
Yaşanan, o andır. Yazıldığı anda, o an geçmiştir.
Yaşanan o an ile yazılanın zaman boyutları aynı değildir.
O an yazılana geçemez.
Yazılan, yaşananın bir izdüşümüdür, ondan ipuçları taşır.
Yazılan, yaşananın kitabesidir.

Yaşanan gelir önce, sonra yazılır.
Tersini söyleyen de vardır. Mümkündür.
Tersi, düşlemi gerçek sanmaktır.
Tüm zaman ve mekanları ben'e hapsetmektir.
Ben, düşleme dar gelir.
Öyle düşlemden ben'e yar olmaz.
Öyle olursa, yaşanan yazılanın kitabesi olur.

Okuyan, kitabeyi okur.
Yazan, bunu yaşadığından ancak öyle emin olur.

Yazman, bu yüzden trajiktir.

II.

Yazan, yazmakla yeniden yaşayamaz yaşadıklarını.
Yaşananı yazmaya çalışırken yazan, düşleme yelken açar.
Düşlem onu yaşamayı göze alanı çok sever. Bırakmaz.
Yazan, düşleme girmekten hoşnuttur, ister, çok da korkar.
Bir başka bedenle birleşmek gibidir de ondan.
Böyle çoğalır, çoğaldıkça birleşir kendisiyle, bütünleşir.

Ben'e hapsolmadan yaşanmazsa düşlem, karabasan olur.
Yazan, düşleminde düşer, düşer.
Böyle parçalanır, parçalandıkça yiter gider.
Yazan, düşlemde yitip gitmeyi sever.
O düşlemde yaşadığını sanır.
Sanmak onun yaşantısı olur.
Olmak,
yazdıklarıyla
yaşadıkları arasına sıkıştığından,
yoktur.

Zaman boyutlarını örtüştürmeye,
zaman oklarını kesiştirmeye umarsızca çalışır.
Bu yazanı trajik kılar.
Yazılan, trajik olmayabilir.
Olabilir, ama öyle olmayabilir.

Yazmak, bu yüzden, traji-komiktir.

III.

Elde kalan boş bir saman kağıdını
doldurmak kolaydır.

Zor olan, dolu bir saman kağıdını
gecenin bir deli vakti yaşamaktır.

Yaşanan, ancak böyle ölümsüzleşir.
Zaman, ancak böyle yakılır.
Ölüm, ancak böyle yaşanır.

Yazmak, bu yüzden...


30 Ağustos - 28 Kasım 1992, Ankara

Yusuf Eradam

11.11.10

Cin bir süre daha sessiz kaldı. Lokum yemekte olan Dr. Perholt üsteledi:

"Eeee, geriye iki dileği daha varken bir de hamile kalmış. Hamileliğinden dolayı mutlu muydu?"

"Doğal olarak, bir bakıma, mutluydu büyülü bir bebek taşıdığı için. Bir bakıma da, gene doğal olarak, korkuyordu. Çocuğunu güven içinde büyütebilmek için belki de sihirli bir saray, gizli bir saray dilemesi gerektiğini düşünüyordu. Ama istediği bu değildi - çocuk istediğinden bile emin olmadığını söyledi bana. Nerdeyse oğlumuzu yok etmeyi dileyecekti."

"Ama sen onu kurtardın."

"Zefir'i seviyordum. Oğlan benimdi. Şişe içine kıvrılmış bir duman virgülü gibi minik bir tohumdu; büyüdü, büyümesini izledim. Zefir'in beni sevdiğine inanıyorum, oğlumuzun yok olmasını isteyemezdi."

"Belki de kızınızın. Yoksa, kız mı erkek mi olduğunu görebiliyor muydun?"

Biraz düşündü.

"Hayır. Görmedim. Erkek olacağını düşündüm."

"Ama... doğduğunu görmedin mi?"

"Tartışıyorduk, sık sık. Dedim ya, öfkeli biriydi. Tabiat itibariyle. Birden başlayıveren, gökgürültülü, şimşekli bir sağnak yağmur gibiydi. Azarlardı beni. Hayatını mahvettiğimi söylerdi. Sık sık. Sonra yeniden oyunlar oynardık. Ben kendimi küçültür, saklanırdım. Bir gün, onu eğlendireyim diye, kocasının yeni hediye ettiği çeşm-i bülbüle saklandım; büyük bir zarafetle içine girip kıvrıldım. Birdenbire ağlayıp haykırmaya koyuldu: "Keşke seni tanıdığımı unutabilseydim," dedi. Va anında unuttu.

"Ama-" dedi Dr. Perholt.

"Ama, ne?" dedi cin.

"Neden yeniden şişeden çıkmadın? Bu seferkini Hazreti Süleyman mühürlememişti ki-"

"Ona bir iki mühürleme büyüsü öğretmiştim, zevk için. Kendimi ona teslim etmenin bana verdiği zevk, beni teslim almanın ona verdiği zevk için. Kimi insanoğulları da yapıyor böyle şeyler, kelepçelerle, iplerle karşılıklı güç oyunları oynuyorlar. Bir şişenin içinde olmak belirli bakımlardan -birkaç bakımdan- bir kadının içinde olmaya benzer. Öyle bir acı ki, belirli zamanlarda zevkten ayırt edilemez. Bizler ölemeyiz, ama bir şişenin içinde ya da kavanozun boynundan geçerken artık bölünemeyecek kadar küçüldüğümüzde, bir an yok olma korkusuyla titreriz -insanoğulları aşkın doruk noktasına vardıklarında buna "ölüm" adını verirler ya, öyle işte. Şişenin içinde hiç olmak -tohumlarımı onun içine boşaltmak- biraz aynı şey gibiydi. Ona büyülü sözcükleri bir iddia üstüne öğretmiştim.. bir çeşit kumardı. Rus ruleti." dedi cin bu beklenmedik sözcüğü sanki havadan kaparak.

"İşte böyle, ben içerdeydim, o ise dışarda. Ve beni unutmuştu," diye sözlerini bitirdi.

A.S. Byatt
Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin'nden

26.10.10



İki saat oldu, çok değil, mutlaka gelecek, biliyorum gelecek. Verdiği
sözde durmamazlık edecek değil ya... Canım, iki saat bekletti diye, hakkında
binbir türlü kötü düşünceye dalmak haksızlık olur. Evet evet, haksızlık
etmemeli. Kentin bu uzak kuzey ucuna gelmek adamakıllı zaman alıyor. İlk kez
gelecek buraya. Belki de yanlış bir otobüse binmiştir. Ben bile burada
oturmazdan önce, kaç kez yanlış otobüslereden inip, başka yanlış otobüslere
binmedim mi? Neredeyse iki haftamı almıştı yolu, durakları ve burayı öğrenmek. Buralarda insanların yaşadığını bile bilmezdim o zamanlar. Üst üste dizilmiş küçük, daracık kutularda bir soluk hava, bir damla güneş, bir saksı çiçekle yaşamak bir insan içinse, onlar yaşıyorlar bu uzun blok evlerde; ölmeden canlı kalma süresini uzatıyorlar.

Kadınların silecek camları az bu evlerde. Çocukların emekleyeceği odalar küçük. İnsanların seviştikleri odaları ayıran duvarlar incecik. Su boruları sımsıkı yakın. Balkoncuklar bu sıcakta katlanılmaz bir işkenceyle birbirlerini omuzluyorlar. Sevişmenin ıslak fısıltıları, ince duvar ayrımlarından, tavandan, tabandan ılık ılık yayılıyor; ama acının tek ilmeği sızmıyor ne aşağıdaki, ne de yandaki kutulardan. Acaba hiç mi acı çekmiyor,sık sık sevişen komşularım? Yoksa acının sessiz mi çekilmesi gerekiyor? Sesi olmayan acı var mı? Çığlıksız acı çekilir mi?

"KANIM COŞMUŞ AKIYOR SANIRIM ARA SIRA,
BİTMEZ HIÇKIRIKLARLA AKAN ÇEŞMELER GİBİ.
DUYARIM AKTIĞINI UZUN ÇAĞLAYIŞLARLA,
YOKLARIM BULMAK İÇİN AĞRIYAN YERLERİMİ."


İki saat otuz altı dakika oldu. Neden gelmiyor? Yollarda başına bir
şey gelmiş olmasın? Yok canım, koskoca kadın, ne gelebilir ki başına? Öyle
ufak-tefek, öyle ince, öyle narindir ama, gerektiği zaman kendisini korumasını
çok iyi bilir. En güzel yanlarından biri de bu değil mi: Korunmaya gerek
duymayan yetişkin kadınlardan o.

Belki de evden çıkarken bir şey oldu. Annesi hastaydı, belki
ağırlaşmıştır aniden. O telaş içinde bana nasıl haber ulaştırsın kızcağız.
Annesi ağırlaştıysa, nasıl da üzgündür şimdi. Gözlerinde ela tedirginlikler,
ince boynunda sık sık yutkunmalar. Dudak kenarındaki o güzelim yetişkin
çizgileri belirginleşmiştir, parmakları arasında bir sigara, püfleyip
duruyordur dumanı burnundan...

Ama sonunda, ne olursa olsun sonunda çıkıp gelecek biliyorum. Belki
gecikerek, ama mutlaka bugün gelecek.

Onu ilk bulduğum günkü giysiyle; mavi, ince, tiril tiril elbisesi ve
sandaletleriyle gelecek. Küçük, askısı uzun çantası omzunda olacak. İlerde, şu
görünen otobüsten inecek, önce biraz şaşkın çevreye, sonra başını kaldırıp, bu
uzun, zevksiz bloklara bakacak. Tek tek katları tarayacak ve gözleri 14. katta
duracak. Ben, burada, bu balkoncukta onu beklerken, gözlerimiz buluşacak.
Gülmeyeceğiz birbirimize. Bizim gibi insanların gülmeye gereksinimleri
olmaz... Yıllardır birbirimizi tanıyor, yıllardır birbirimizi beklemiyor
muyuz?.. Gösterişsiz, katıksız bir sevgi bizimkisi. Daha çok kan kırmızısı,
delik deşik, yüreğine yıllardır çivi saplanmış, elektrik tadında, tırnakları
teker teker sökülmüş bir özlem bizimkisi...

"KENTLERİN ORTASINDA, İÇİNDE TARLALARIN,
İLERLER ÇEVİRİP SOKAKLARI ODALARA.
GİDERİR SUSUZLUĞUNU TÜM YARATIKLARIN
BOYAYARAK DOĞAYI BAŞTAN BAŞA KIZILA."


Sonra, sakin, kararlı adımlarla 3-C Bloğu'na doğru yürüyecek. Ben de o
sırada merdiven aralığına çıkacağım. Asansörün önünde dikilip, bekleyeceğim.
Tek tek izleyeceğim asansörün katları tırmanışını ışıklı tabloda. Önce birinci
kat, sonra ikinci, üç, dört ve beş... 14'te duracak asansör. Kapı açılacak, o
inecek. Bakışacağız gülümsemeden: Yılışıp, gülümsemenin kanadına sığınmadan bakışacağız... Ne kadar sade, ne kadar sağlıklı, bu yüzden ne kadar güzel diye düşüneceğim. Tıpkı yıllardır, tam otuz altı yıldır beklediğim gibi; olgun ve taptaze.

"HANİ SICACIK, ESMER, ADAMI BÜYÜLEYEN,
BİR ONA YAKIŞAN GÜZELLİKLER GERDANINDA.
İRİ, UZUNCA, DİŞİ; BİR AVCI GİBİ YÜRÜYEN,
SUSKUN, GÜLÜMSEMELİ GÖZLERİ BİR NOKTADA."


Sonra benim oturduğum o küçük kutuya gireceğiz. Hiç konuşmadan ve
gülümsemeden, sıcacık, sevgi dolu, hücre çekirdeklerimize kadar güvenli,
vefalı ve inançlı... Hiç dokunmadan, çoktan orgazm olmuş olarak. Odaların
ikisini gezip, balkonlu odada karar kılacak ve ben de onu izleyeceğim.
Kanapeye oturacak, ben de yanına. O bir sigara çıkarıp, yakacak, ben de
hazırladığım plak çalsın diye "play" tuşuna basacağım plak-çaların. Bob
Dylan'ın sesi dolacak odaya: "Hey Mr. Tambourine Man". O İngilizce bilmediği halde bana bakıp, "Acıyı tanıyan adam işte buydu" diyecek. Sesi tıpkı beklediğim gibi ne incecik, ne de çok kalın, dingin, güvenli olacak. Başımı sallayacağım.

Saçlarına ve küpelerine bakacağım. Mavi. Ne kadar sade ve zevkli
olduğunu düşünüp yeniden gururlanacağım. Yıllardır onu beklememe değdi
diyeceğim. Nasıl mutlanacağım, nasıl büyüyecek yüreğim, nasıl
heyecanlanacağım... Sevinç dolu dizgin kulaklarımdan girip, içimde çığlıklar
atacak. Çığlıklar sivri köşeli üçgen ses dalgaları olup dağılacaklar içimde.
Çığlı çığlık sevinç dolacağım. Bir Derviş, bembeyaz entarisi, uzun kavuğu ve
kapalı gözleriyle, Bob Dylan'ın müziğine eklenip dönmeye koyulacak. Dönecek,
dnecek, dnecek, dönecek.. Benim başım dönse de, Derviş hiç durmadan dönecek. Bu müzik size biraz yabancı, temposu da hızlı diyeceğim. Dönmesine ara vermeden güzel, duru yüzüne bir gülümseme takıp, hiç konuşmadan "bu müzik ve tempo tam bana göre" diyecek. Sonra Bob Dylan ağız armonikasına gömülüp, dünyanın en güç işini rahatlıkla yapacak: Acının ve sevincin çığlıklarını dolayacak saçlarından birbirine: Crazy Sorrow.

Ben, Derviş ve Bob Dylan, en mutlu üç erkek çığlık çığlığa döneceğiz
uzun bir süre. O yeni bir sigara yakıp, "Dönmek, böyle müzikle dönmek mutluluktur." diyecek. Ben onun Derviş'i görmesinden şaşkınlığa düşmeyeceğim. Tabii görecek. Onu bunca yıl boşuna mı bekledim?

"Hey Mr. Tambourine Man / Play a song for me
I'm not sleepy / And there's no place I'm going to..."

"ÇEKER BENİ MÜZİK DERİN SULAR GİBİ BAZEN
DOĞRU SOLGUN YILDIZIMA
ESMER GÖKLER, MAVİLİKLER ALTINDA DURMADAN
YALKEN AÇARIM UFUKLARA."


Sonra çay içeceğiz, kırmızı, güney kokulu.

Her gün oluyormuş gibi, ilk kez sevişeceğiz. Vücudundaki güneş
yanığını, beyaz kalmış yerlerinden fark edeceğim, güneşin vitaminini emeceğim. Dünyanın en doğal şeyi gibi, en yasak sevişmeyi uzatacağız. Utangaç olmadığı halde gözleri kapalı sevişecek o. Aynı anda beraber orgazm olacağız.

Sonra benim gömleğimi giyip, bacakları çıplak balkona çıkacak. 14.
katın balkonu aşağıdan görülmez.Gömleğimin altında çıplak olduğunu bir tek ben bilerek, sevgiyle bakacağım.

Geri dönüp, bir sigara yakarken, çantasında bir kitap çıkartacak.

"Senin için yıllar önce almıştım" diyecek. Sesindeki çığlıklı sevgiyi bir ben, bir de o duyacak. Kitaba uzanırken onun "Baudelaire Şiirleri" olduğunu çoktan anlayacağım. Bendekini de ona vermek üzere kitaplığa uzanırken elimi tutacak. Gözleri yaşsız, sırılsıklam ağlayarak, "Neden böyle bulunması güç bir yerde yaşıyorsun?" diyecek. "Koskoca otuz altı yıl aradım bu adresi, hiç değilse adın, numaran telefon rehberinde olsaydı, daha önce bulurdum seni." Gözlerine bakıp, çünkü telefonum yok diyeceğim. O çıkarıp yıllar önce bir lokantada, kağıt peçeteye yazdığım şeyi gösterecek.

Acıyı tanıyan öbürü
Kuzey Mahallesi, Son Durak,
Blok 3-C Ankara

Onun ıslatmayan gözyaşları akacak içime, elini uzatıp, benim içimden
silecek onları. Bob Dylan yeniden aynı şarkıyı, içimizi kat kat bölen, tırnak
tırnak kazıyan, uçuk mavi boyayan ağız armonikasını çalacak. Böyle ağız
armonikası çalabilen başka hiç kimse olmayacak. Armonikadan yayılan acının
sevinçle karışık çığlıkları sigara dumanı gibi usul usul, dönerek yaklaşacak.
Yılların deneyimiyle bu çığlıkların yükünü karşılamaya hazırlanacağım. Bunun
sancısını hiç kimse durduramaz, hiçbir ilaç, hiçbir ilaç, hiçbir alkol. İşte
geliyor, dayanmalı, geçene kadar, ikinci çığlık gelene kadar yeniden
hazırlanmalı...

Ölmemeye denk düşen bu çığlıkların ve sancıların sağnağına cesurca ve
kaçınılmaz biçimde yüz yüze karşı durmalı. Tıpkı şimdiye dek olduğu gibi. Ama
birden fark edeceğim ki, çığlık ikiye bölünmüş, yarısı gidip onun o incecik,
zarif kadın bedenine yayılmış. En çok da dalağına: Bütün beyaz hücreleri acılı
salgılanıyor.

Acı azalınca, sevince yer açılacak.

Ve beyaz entarili Derviş yeniden gelip dönmeye başlayacak. Aynı güzel,
aynı rahat, aynı sevgili dingin yüz. Dönecek, dönecek, dönecek...

Ağlıyor mu, ne?

Dervişler ağlar mı, onlar iç dengelerini çoktan kurmuş dünyalılar.

"ARADIM SEVİLERLE BİR UYKU UNUTTURAN
İĞNELİ YATAK OLDU SONUNDA SEVİ BANA
KAN İÇİRMEK ÜZERE BU TANRISIZ KIZLARA!"


Off, nerede kaldı? Beş saat de gecikilmez ki. Şimdiye kadar
gelmeliydi.

Gelmeli artık, bugün gelmeli.
Vaktim var, beklerim.
Sahi, Dervişler de ağlar mı?

Buket Uzuner
Ankara, 1984


* Şiirler Rainer M. Rilke'den alınmıştır.

8.10.10



gözlerimi aralıyorum hafifçe, lütfen artık tavandan yüzler damlamasın. hasta gibiyim, yoksa gerçekten hasta mıyım, sol elimi kaldırıyorum önce, yüzüme yaklaştırıyorum, alnımı elliyorum, olağandışı bir şey yok. lakin her şey toz rengi bir tülün ardından belirir gibi, fırtına öncesi bir sessizlik hissediyorum ama yine de emin olamıyorum, fırtına sonrası da olabilir mi? ben neyin savaşından çıkmışım da bu denli yorulmuşum. başımı sağa doğru çeviriyorum. kırmızı masanın üstü her zamanki gibi keşmekeş, dibi lekeli bardaklar, yarım kalmış tozlanmış sular, birkaç elektronik aygıt, içinden kaçıncı defa illuminate my heart,my darling çaldığını hatırlayamadığım bilgisayarım, annemin bana yazdığı yemek tarifleri defteri, benim kendi not defterim, tutunamayanlar. gözüm kitaba ilişince hızla kafamı çeviriyorum, içimde bir şeyin sızladığını duyumsar gibiyim. dışarıda bir kargaşa var, apartmanın sigortası mı atmış ne,insanlar ellerinden alınan 'aydınlanma' hakkının olabildiğince çabuk geri verilmesi için koparıyorlar bu patırtıyı sanırım, evet karanlığı hatırlıyorum ve kalkıp mum yaktığımı da,ne kadar zaman önce olduğunu kestiremiyorum lakin, arada bir film izlediğimi, bir rüya gördüğümü ve onunla konuştuğumu hatırlıyorum, bunca zaman içinde o ufacık mumlar nasıl bitmemiş?

güçbela çıkıyorum yorgan,battaniye ve kat kat giysinin altından. kim ne ara örtmüş bunca şeyi benim üzerime? içlerim titriyor, dudaklarım kupkuru, ellerim sararmış yaprak gibi, bir darbede hışırtı ile bin parçaya bölünecek. yatağa girişimi ve diğer hiçbir şeyi an'sımıyorum, hepsi masmavi ışıklar içinde boğulup gitmiş. üzerimde ne var diye bakıyorum, pijamalarım, rahatlıyorum biraz. kendime eğilirken saçlarım kaplıyor birden her yanı. bir gün uzamış bunlar yeter dediğim diğer gün daha uzamalı diye söylendiğim kıvırcık yığını boynumdan, omuzlarımdan, dolandığı kolyeden sıyırıp tepemde topluyorum, bu kadarcık hareket bile yoruyor beni yeniden. hiç yapmadığım bir şey yapıyorum elimi uzatıp masadaki her şeyi yere fırlatıyorum birden. sandığımdan daha büyük bir gürültü çıkınca utanıyorum. ev uyuyor çünkü. ama uyumayan biri var. sürekli benimle konuşan biri. en başından beri yatağın karşısındaki kanepeden beni izliyor. sigara üzerine sigara yakıyor, yüzünde bilmiş bir bakış, dudaklarında müstehzi bir gülümseme var, onu görmezden geldikçe artıyor bu. bir şey söylemeye hazırlandığını hissediyorum, ağzını aralayıp aldığı nefesi duyduğum anda kendimi odanın dışında atmak isteğiyle ayağa kalkıyorum, başım dönüyor, tansiyonuma bir dakikalık saygı duruşu. ve yine tavana bakar buluyorum kendimi, bu kez sol elimi bile kaldıramıyorum. o ise bulduğu bu boşluktan ustaca yararlanmayı bilerek beklediğim cümleyi söylüyor,

- bunu sen istedin.

ah bir konuşabilsem. ben sesimi kaybettiğimden endişelenmeye başlarken tozlanmış sulara ilişiyor gözüm. alıp içiyorum birini. boğazımı acıtıyor, su değil, ne bu?

- bu şehirde bu mevsim ilk yalnızlığın. son olmayacağını ikimiz de biliyoruz. o buz gibi ellerini alıp nereye kaçacaksın nükhet?

- allah aşkına sus. bunu ben istedim, benim cezam bana yeter, bir de sen çıkma başıma.

yatağa giriyorum yeniden, yorganı tepeme çekerek. ağlasam ne rahatlarım ama ağlamak bile başka bir zamana aitmiş gibi şu an. hiç ses yok. bilgisayarın şarjı sonunda bitmiş, davetsiz misafirim gitmiş, elektrikler gelmiş, insanlar susmuş. bir tek odamdaki saatin sesi geliyor. takriben 2 dakika saniyeleri sayıyorum sonra başlıyorum şarkı söylemeye,

dedim ya sana, kırık pusulayım ben.

25.9.10



içimden bir kalabalık koştu gürültülü ve çoktular yeni bir şiire başlamaya niyetlendiğim her söz evrildi ve farklı düzenlere büründü siz sanıyor musunuz ki harfler sözcükler ölüdür her cümle sessizce nefes alır ve verir hatta hızlı hızlı tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi sizse korkarsınız yanından uzaklaşmaya ya nefesi durursa kalbi atmazsa diye bir şarkı ödünüzü kopartır müzik kutusunu kim çalıştırdı en sevdiğim şarkıyı nereden bildiler içinizden bir sessiz harf attınız batmamak için sonra bir tane daha bir tane daha –

mevsimler kendi kendilerini erteliyorlar denizin üstünde bir dolunay belki bir ikincisi de var bize öğretilenlerle nereye kadar diyecek oldun ağzına vurdular sandallar ve küreklerle toplam kaç kişiler bilmiyorum içimden bir kalabalık kürek çekti karşı kıyıya sessizdiler ama yine de çoktular her birini içimde hissettim yağmur gibi şakır şakır üzerime yağdılar –

birisi hep eskileri hatırladı durdu belgisiz sıfatlarla konuştu başkalarının yüreklerinde konuşlandı ve oradan dünyaya lanet okuyup durdu düzlüklerde susuz kaldı ağzını sonuna kadar açıp bekledi bir sonraki yağmuru bir sonraki bedeni bir sonraki açlığı neyi ertelediğinin farkına varamayacak kadar erteledi o kadar unuttu ki bir daha hiç ayık gezmedi –

rüyasında gökyüzünde yıldızları kaydırdığını tekrarladı bulduğu en temiz kağıda bir harita çizdi herkes onu izledi ve bulacakları değerli şeyleri düşünüp ellerini ovuşturdu o harita bizi nereye götürdü kimi kayıp şehirleri düşündü kimi hazineleri biri çıkıp bu beden size uyar demese daha da gideceklerdi tek tek girdiler mezara ve denediler külkedisinin ayakkabısı gibi ama hiçbirine uymadı bense uzaktan bakıp ağlayarak izledim onları mezar benimdi.

17.9.10

Topluca 31 Çekmek
(işi yeni öğrenenler yanlarındakileri örnek alsın lütfen)

I
“Şimdiye kadar romana hiç gün ışığına çıkmamış kişi koymadım ..”, böyle diyor Miller . Her zaman yaptığım gibi , ya da hemen hemen her zaman yaptığım gibi bir bardak viskinin bitişiyle bugünkü okumamı noktaladım. İyi bir ölçek olduğunu düşünüyorum viskinin. Sonra gerçek kişiler üzerine yazmaktan nasıl bir özenle kaçındığımı düşündüm ve bunun üzerine daha önce düşünmemiş olmak beni şaşırttı açıkçası.

II
Telesekreterime bırakılmış mesajları dinlerken hep aynı şey gelir aklıma , insanlar beni genelde gitmediğim ve genelde gitmedikleri yerlere davet ederler. Bu genelde gidilmeyen yerlerde canımız sıkılır ve genelde az konuşarak günü ya da geceyi bitiririz. Başkalarıyla karşılaşmamış olmaktan mutlu olduklarını düşünürüm, başkalarıyla karşılaşmamış olmaktan niye mutlu olduklarını düşünmem. Kişi canını sıkacağını bildiği işlere girişmemeli. Kalabalık yerlerde miyopluğumun – ki bir yalan değildir bu – arkasına sığınabiliyor olmak beni bu düşüncelere kayıtsız kılar.

III
Pisliği pislik, arkadaşı arkadaş olarak ayırt etmek gibi bir eğilim var çoğunuzda. Bazen beni şaşırtıyor bu , küstahlıkmış gibi geliyor “o aslında iyi biridir “ ya da “o aslında sağlam çocuktur “ hali... Hep iyileri seviyoruz veya sevilecek bir tarafları mutlaka var. Oysa nasıl tiksinti verecek bir zayıflık bu, karşındakine nasıl bir iftira... Hayır, sevilecek yönü yok. Hayır o (yasak kelime kullandınız)çocuğunun biri... Bu zavallı dürüstlüğü de mutlaka bir özür izliyor “ama ona ihtiyacım var.” “ama eski günlerin hatırına...” İnsan pisliği de sevebilir ve hatta çoğunlukla çok daha temizdir pislik kutsal tutulandan.

IV
Neden diyorum, bu kadar zahmete ne gerek var. İnsan çivili yataklarda uyumamayı ve serserilerle ahbaplık kurmamayı tercih edebilir. İşin karizması azalıyor değil mi... Ben seni herşeye rağmen seviyorum... Yapma ya... Çok umurumda mı olmalı, yani umurumda olması ya da olmaması yoracağından değil ama biraz sakin olsak... Hastalıklı bir kendini bilme hali ve karşındakini de bilme (üstelik) küstahlığı içinde affediyoruz, olumlu, daha kötüsü ılımlı kılıyoruz. Sormadan affediyoruz, egomuz paçalarımızdan dökülüyor ve yargılamış olmanın bütün acınasılığını kabullenmiş oluyoruz bunu yaparken. Varsın olsun.

V
Bir açılışta, gittiğim andan itibaren gitmem ve gitmemem arasındaki tartışmada gitmek lehine oy kullandığım için gider gitmez pişman olduğum bir açılışta bütün bu gülümsemeleri nasıl olup da yeni model ve el yapımı ve dün-de-böyleydi-bugüne-özel-değil yüzlerinde taşıyan onca insan arasında kendimi var kılmak istemememde anlaşılamaz bir taraf bulunabilir.

Oyundan kurallardan, cemaatleşme halinden bahsetmeyeceğim, ayağa düştü bunlar artık -oysa çok farklı olabilirdi belki– ama yanıtlar çoktan ezberlendi bile, saksı bitkisi kadınlar ve aranjman hazırlamaya gelmiş erkekler arasında –sokakta da başka türlü değil, yanlış anlaşılmasın, hepimiz her yerde birbirimizi suluyoruz uzun süredir- hangi ifadeyle baksam diyalog kurmam gerekmez sancısı içinde kendi acizliğimden nefret ederek biraz dolanmış olmam beni alemin ne en güzel ne de en (yasak kelime kullandınız)kadını yapar. Öyleyse mesele bu değil. Meselem bu değil.

Hangi hastalıktan muzdaripiz bilmiyorum. Jestler halinde seviyoruz birbirimizi ne hoş, ne güzel, en iyi bildiğimiz dualar en popülerleri, eski kulağı kesikler borsada yükselişte. Baştan aşağı müstehcen ve aşağıdan yukarı müslümanız. Böylece artık müslüman mahallesinde salyangoz satılabilir, bu satanın ve alanın problemidir diyecek kadar da liberal görüyoruz hayatı. Hepimiz karımızın kardeşini beceriyoruz en kırmızı yatak odalarında, gelinler hala beyaz giyiyor, siyah yeni gençlik arasında revaçta. Ve hepimiz bakireyiz, maksat ruhu kurtarmak, oysa ruh bedenin yanında ne ki açıklığı bile edebiyat malzemesi olmanın ötesine geçememiş bir rivayet ama olsun, madem ki bedeni kurtaramıyoruz öyleyse cennette bir yer garantilemenin bir yolunu bulmak gerek. Beri yandan sevgilimizi topluluk içine çıkartmaya utanıyoruz, en vasat bahanelerle, ahlakçıdan çok ahlak kokuyor her tarafımız, utanç kokuyor. Ruhumuzdan utandığımız yetmiyormuş gibi başkalarının ruhlarından da utanıyoruz hiç utanmadan. Ama olsun, “aslında iyi biriyiz “ ya hepimiz, herkesi aslında iyi biri zannediyoruz, olmayanlar aldırmadıklarından olsa gerek susuyorlar ve içiyorlar zaten şişe bitince de uzuyorlar hafiften. Adaletle işi olmayan bu anlaşmada ne kadar haklı ne kadar temiz tutuyoruz kendimizi... Şaka. Şaka. Uykuyla uyanıklık hali arasında söylenmiş sözler bunlar.

O’nu “aslında iyi biri” yapmak, bizi de pek iyi biri yapıyor. Kokan tarafımızı leş yerlere saklıyoruz, leş yerlerde gördüğümüz insanları da aslında iyi biri diye paketliyoruz ve kırmızı kurdeleler asıyoruz üzerlerine. Onlara kaçıyoruz ama istediğimiz zaman, sonra onlardan kaçıyoruz topluluk içine çıkınca en fazla marjinal yaratık olarak gözlüyor ve yem atıyoruz onlara kafesin sınırlarına çok uyanmadan.

VI
Öyle yağma yok demekle uğraşmanın anlamı olmayacağından olsa gerek pisliği yükselen değer yapmamız pisliğe bulanmamızı kolaylaştırıyor. Kabul ediyoruz ve kabul ediliyoruz, Tanrı hepimizi kutsasın en sevilen biziz bugün. Sevişmeyi bilmeyen ve üç satırda boşalan edebi karakterler (daha beteri bu karakterlerin yazarları) olsak da en iyi aşk şiirlerinin bizim elimizden çıkabileceğini sanıyoruz. Bir kadına iki bacağını açtırabilmek en büyük zaferimiz hala bir türlü çıktığımız döl yatağına geri dönemediğimizden ya da karşımıza bizi oraya geri tıkacak birileri çıkmadığından, çünkü hepimiz nazik ve hepimiz “aslında iyi insanlar” olduğumuzdan... (Belki artık “özünde” diye devam etmeliyim, birkaç aydır bu kelime pek revaçta. Bunun da bir piyasası var elbet, uzlaşılmış değerlerin ve kaç dakikanın erken kaç dakikanın geç olduğunun ve zevki zamanla hesaplamanın skor tablolarının... Hepsinin piyasası var. Erkekler sayıları seviyor, kim ne diyebilir kutsal kitabını rakamlara bölmüş ve orada rakam aramayı kesmemiş bir ırkın ahfadıyız, sayılar her seferinde kutsallıktan pay alıyor... Varsın olsun.)

Kemirdiği kemiği nereye tüküreceğini bilmez bir biçimde kokteyl partileri, brançlar yaratıyoruz kendimize, cemaatleşmenin küflenmiş bir renk olduğunu söylesem yine adi edebiyat olacak. Açık verme korkusu almış başını gidiyor. Açık veriyoruz ama uzlaşımsal açıklar bunlar. Diğer kadına aşık olmadığımız sürece aldatabiliyoruz karımızı, diğer erkekle yatağa girmediğimiz sürece günah sayılmıyor öpüşmelerimiz. En idealistimiz ahlakını böbreğinde taşıyor. Zaten bir bira bir de ahlak kiralıktır post-modern yazıtlarda. İkisinin de sabaha izi kalmaz, belki biraz kusmuk biraz da meni ama olsa olsa bu kadar, bir de sözler söyleniyor su yüzüne biz çıkalım ama gece gecede kalsın diye. Varsın olsun, bu da büyük mesele değil.

VII
İşine gelmek yeni bir din sayılmaz. Kapalı odalarda diz çöküp yalvarırken yarın bunu anlatırsa ona kimse inanmaz zaten diye düşünmek de bir suç değildir kim bilir hangi tarihli anayasayla kutsanmış kurallara göre. Ama sırf böyle olmuş olduğu, böyle olageldiği, tanıdığımız bildiğimiz kim varsa böyle yaptığı için karşımızdakinden de bunu beklemek var ya, işte bu midemin kasılmasına yol açıyor bu sıralar. Yumruğum sağlam olsa onu kullanırdım iltihaplı kelimler yerine ama iyi insanlar kaba kuvvet kullanmaz ve kimsenin suratına tükürmez öyle ya ancak bar masalarında “bir tane indirecektim suratına” demektir işin raconu .

VIII
Şeytan arafa hapsolmuş bir kez, artık kimsenin namusu zaten kurtulmaz, tüm kapılar kapandı suçu atacak kimse kalmadı geriye. Bütün hatalardan bütün sapmalardan bütün günahlardan bir ders çıkartmak adına kirleniyoruz yoksa içimizde ne arar pislik, saf sudan yapılmış insanoğlu, böyle diyor en büyük tanrılar, işi biliyoruz, derdimiz görünüşü kurtarmak, hadi bunu da anladım diyelim, ama başkalarının görünüşünü sırf bizimle göründüler üzerimize sıçramasın diye çekiştirmek... Bu enerji, kendinde bu hakkı bulma hali nereden geliyor... Biri bana söylesin lütfen.

IX
Okuyucuya not: Bütün güzel içkiler sek içilir. Bütün güzel kadınlar tek kullanılır.


Zeynep Heyzen Ateş

9.9.10




leyla meyla anlamam yaktın beni, canımsın malımsın öldürdün beni, zemheri aylarına susattın beni, ne istediğimi unutacak kadar oyaladın beni, yaldızlara yıldızlara boyadın kandırdın beni, sen olmasan elbet başka şeyler dilerdim o mumları yakınca, salak mıyım yoksa ben tanrının evinde kalbimi düşünecek kadar bencil olayım? üşenmedim yazdım çizdim yok demedim yorgunum demedim ıssızım sessizim demedim, elimi uzattım rüzgarda kuruyan çamaşır gibi kurudu kaldı sirke gibi ekşidi suratım kalbim asfaltlar kadar yorgun karardı, babamın çocukluk hikayeleri kadar içe işler diş sızlatır oldum söyle ben neden böyle oldum?

kardeşimin doğduğu günü hatırlıyorum, dedi. 3 yaşındaydım ama bugün gibi hatırlıyorum işte. üst katta doğurdu anam, başında bir leğen su, üzerinde yeşil battaniye, başını bağlamış beyaz bir tülbent ile. oysa baban gelecek dedilerdi ben de indim kapı önünde oturdum tüm gün, babam suriyeden gelecekti. geldi de, akşam. beni kucağına aldı, üst katı işaret ettim, çocuk, dedim. güldü. babasına aşık bir adamdım, babam tanrıydı benim için. babam öldü, tanrı da bu vesileyle, dedi, işte bunları bir bir..

daha da anlatmadı şarap olsaydı anlatırdı elbet. şarap olsaydı ben de anlatmaz mıydım fikrimin ince küllerini, gönlümün kat kat tüllerini, kirpiklerimde çürüttüğüm güllerimi, sen de film izler gibi izlerdin işte beni, ama şimdi sularım çekildi, mevsimim geçti, yeni sezonda rol teklifi gelmiyor bana artık.

nedir bu hengame, pardon astigmatım azdı sevdiceğim, şeklin şemalin bulanıyor artık, her kadın zaman zaman birilerini mutlu etmek için bir film yıldızı, bir roman kahramanı, bir şarkıcı olabilir, diyor doktorum. size bir doz sakinleştirici yazıyorum, sakinleşmezseniz de üzülmeyin, afilli renklerde deli gömleklerimiz rengarenk şırıngalarımız mevcut. tıp çok ilerlemiş meğersem, beni merak etmeyin, ben iyiyim.

6.9.10




cebren ve hileyle, hatta azametle girecektim kalbinin tüm odalarına!
baktım çöpte bütün senaryo.


nasihattır : sıkılmış yumruk bakışlı adamları sevmeyiniz, ve hatta itinayla kaçınız onlardan.

31.8.10

Kargaşa; darmadağınık notlar, antika kilimleri yakan izmaritler, muz kabuğuna basan sabun köpükleri, sakız çiğneyen betonlar, kasvet marşımı çalan Ramazan davulcuları, kurtarma yazılısı isteyen hayat okulu öğrencileri, intihara teşebbüs edecek cesareti toplayamayanlara kopya verenler, tavanı inceleyen kültürlü beyinler,

Beni zorlamayın, bütün kitabı silmek istiyorum. Çok ciddiyim, her şeyi silbaştan yaratmak istiyorum. Ortalıkta saf saf dolaşan romantiğin, “Evet işte evet buldum, size söylemiştim her şey çok açık” dıye haykırmasını istiyorum. Posta arabasını soymak istiyorum. Cindy Crawford’u soymak istiyorum. Cümbüş istiyorum. Yarın ölecek olan herkesle tanışmak istiyorum. Bulutları salıncak yapmak istiyorum, varsın zincir kopsun. İtiraf ediyorum, hiçbir şey öğrenmeden her şeyi bilmek istiyorum. Görmek istiyorum.

Batık can simitlerine sarılan sığ şarlatanlar, kasık tüylerimize sürtünen televizyon antenleri, araba çöplüğünde çürüyen yaban at hurdaları, testereyle doğranan yaz petunyaları, peşi sıra ürüyen it sürüleri, yontulan imgeler,

Huzur istiyorum. Değişmeliyim… Huzur ve düzen; olanaksız. İkisine de adapte olamayacak kadar geçimsiz bir süredir tadını çıkarıyorum yabancılığın. Şefkat istiyorum. Mayışmak istiyorum. Pencereme çiseyen yağmur damlasıyla evlenmek istiyorum, kadife kumaşın kucağında yalpalamak istiyorum. Zaman istiyorum, ferahlamak istiyorum.

Gece yarısı konukları, yırtık dondan fırlayan bekçiler, pis kokan çarşaflarda dizkapaklarıma batan raptiyeler, dişçinin bekleme odasında yankılanan yelkovan tiktakları, çığırından çıkan buharlı tren, bağırsaklarımda patlayan balkabağı, hesap soran yargıçlar, küveti taşıran çan sesleri, gaipten gıcırtılar, manifestolara sızan tarih dersi,

Çandarlı Halil İbrahim Paşa’nın haksızlığa kurban gittiğine inanıyorsanız 900 968 368’ı tuşlayabilirsiniz. Çandarlı’nın kim olduğunu bilmiyorsunuz sevdiğiniz kadını ya da adamı arayın. Sizin bok yoluna gittiğinize inananlar 900 x 968 x 368’ı ararlar… Salonumda bir şişe var, içindeki notta “Düşlerini Kaybetme” yazıyor. Birinin gelip o şişeyi kırmasını istiyorum. O birisinin birisi olmasını istiyorum, adını söylemem.

“Hadi gidelim” demek istiyorum. “Gel koluma gir. Beni bu dipsiz kuyudan çıkar, çıkar ki seni yukarı çekebileyim. Trenden inince başka bir şehirde oluruz, sıkılırsak yine bir trene bineriz. Yeterince yürürse insan her yere, bedava giden bir taşıt bulur.”
bi’ deri bi’ kemikle kayın doyuran katıksız hasretler, silik sevda çağrıları, bıkkın gözlerin girdaplarına yelken açan veda valsleri, çatlak duvarların melankolik desenleri, zırhlanan tebessümler, sürülen gözyaşları, çamura sıvanan yıldızlar,

Küçükken bayıla ayıla gittiğim ama bugün içimi daraltan çocuk parkını yeniden bayılarak görmek istiyorum. Dükkanından şeker çaldığım için bakkal amcanın kulağımı çekmesini istiyorum. Dün doğan kardeşimi kıskanmak istiyorum. Pastel boyalarımla misafir odasının duvarını boyamak istiyorum. ’Niye’ diye sorduğum ilk günün yarın olduğu güne dönmek istiyorum. Şaşkınlıktan mutlu olmayı aklıma bile getirmemek istiyorum. Koşmak istiyorum.

yitik geçmişlerde kötürüm kalan plastik askerler, zifte bulanmış yamyassı kedi yavruları, kabuslarca kararan peri masalları, deprem kuşağında kaydıraklar, buruşuk labirentlerde zıpzıplayan yo-yolar, naaşı bataklıklara verilen sevimli ihtiyarlar,

Puşt olmak istiyorum, emek vermeden elde etmek istiyorum. Yayıldığım patron koltuğunda dönerken “N’aber len! Beni hatırladın mı?” demek istiyorum. Araklamak istiyorum, şike yapmak istiyorum. Atletlere çelme takmak, mahallenin dayısına omuz atmak istiyorum. Dengeler güç üstüne kurulu, ipin üstünde yürümek istiyorum. En nihayet, tümünden sıkılıp şimdiki halime dönmek istiyorum…

irkinç istilalar, zincire lehimlenmek, kaynaşan iskeletler, tahripkar gaz odaları, pas tutmuş yakamozlar, paraşütü açılmayan atmosfer melekleri, köprübaşı tutan irikıyım haydutlar, adımlarını sayan kaçaklar, davetkar kancıklıklar, çirkinlik ve mahkumiyet, kıyımın can damarını oluşturuyor.

------------------mutlak sevgi------------------
------------------yılların dostluğu------------------
------------------ıssız adaların huzuru------------------
------------------kusursuz muhabbetler------------------
-------------telefonu suratına kapayan utangaç flörtün masumiyeti-----------
------------------imparatoriçenin ihtişamı------------------
------------------cengaverlerin cesareti------------------
------------------nehirlerin kendiliğindenliği------------------
------------------idollerin yüceliği------------------
------------------asilerin genç öfkesi------------------
------------------mucitlerin sabrı------------------
------------------ermişlerin bilgisi------------------
------------------doyumsuz seks------------------
------------------evrensel özgürlük------------------
------------------yaratıcının kudreti------------------
------------------ve O kadının aşkı, kalbim------------------

Hepsi, karşı balkondaki çamaşır ipine asılı.

Ben sırtımdaki bıçaklara dokunabilirim. Yara bere içindeyim, vücudumu okşuyorum. Korkmuyor muyum? Hayatım boyunca tanıdığım en güzel kadın –ben bir hilkat garibesiyim- diyerek beni yatağından kovdu! Ama şairler, çocuklar ve akşamcılardan çok şey öğrendim. Gördükleriyle yetinenler sonsuzluğu sayarlar. En yakın arkadaşlarım tünel kazan denekler. Kargaşayı yayınlamak istiyorum insanlar, ölmek istemiyorum…


Toprak Artu

19.7.10




- kapat şu bayat melodiyi, içim sıkıldı.

- dur, dur canımı yakıyorsun. tarayamadığın saçlarının hırsını benden çıkarmasana!

- senden adam olmaz nükhet. dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsun kuzum,
aynı yorgunluklara, aynı tuzlu denizlere inip inip serinletemediğin ayaklarına.
ilgisiz alakasız adamların uzak karasularına.

- konu bu değil. bak sana ne diyorum, bir hikaye okudum ve her şey aydınlandı o an. buydu işte, benim günlerdir, haftalardır hissedip de sözcüklere dökemediğim. o'na da okuttum, okuması şarttı, o'ndan da bahsediliyordu çünkü. dilimin ucuna kadar geldi, ikimizin hikayesini yazmışlar diyecektim,diyemedim. korktum.

***

elimde bir ıslaklık hissettim, irkildim, köpeklerden biri gelmiş elimi yalıyordu. bulunduğum düşten sıyrılıp şimdiki zamana döndüm, bahçedeki otların kokusu içimi serinletti, tanıdık makamlardaydık.

bak, nihavend longa çalıyor dedi babam. biliyorum demekle yetindim. güldüm. kahkahalarla güldüm. elimdeki şarap kadehini çatlatırcasına sıkarak.

29.6.10



-kimsin?
-ben senin vazgeçtiğin kızla evlenmesi, yol ağzında seçmediğin yoldan gitmesi, bıraktığın kuyuda suç içmesi gereken kişiyim. bir seçim yapmamakla benim seçimime de engel oldun.
-nereye gidiyorsun?
-senin karşına çıkacak olana değil,başka bir hana
-bir daha nerede göreceğim seni?
-senin asılacağın dar ağacından başka bir dar ağacında sallanırken...elveda!

Italo Calvino - kararsızın öyküsü' nden..

23.6.10




Koşuyorum, koşuyorum pamuk şekerlerden yapılma bir düşe düşeceğimi sanarak. Öyle olmuyor oysa, svanmkajer'in çamur insanları gibi grotesk bir güzelliğim var düşümde, ama bunun farkında değilim. Kendimi Greta Garbo sanıyorum. Bir yandan kiraz yerken bir yandan ''bloody mondays, strawberry pies'' izliyorum. Ayağımda topuklu ayakkabılarım, neden oradalar? Görse nefret eder diyorum, evet evet, topukluları hiç sevmez o. Her yanımdan ter akıyor. O kadar sıcak ki, bunun bir düş olduğunu buradan anlıyorum. Kirazları sıkıyorum parmaklarımın arasında, sularını beyaz giysime yüzüme gözüme bulaştırıyorum. Gözlerimi açık tutmaya zorluyorlar. Bu rezaleti izlemeliyim sonuna dek. Greta Garbo olmakla çamur kadın olmak arasındaki kalın, kapkara çizgiyi gözüme sokuyorlar. Asıl terörün öldürmek değil ölmek olduğunu anlamıyorlar. Etrafımda tornavidalar, makaslar, bir sürü paslı eski alet. Az sonra paslanmanın diyalektiğini tartışacak gibiyim adını unuttuğum o 16 yaşındaki katille. Ona paslı tornavidayı alıp öldürdüğü ilkokul çocuklarını geri vermesini söyleyeceğim. O ise yüzüme bakıp şöyle cevap verecek,

- pazartesileri kimse sevmez. canım sıkılıyordu,bu yüzden ateş açtım.

13.6.10



Şair, sazını eline al... Evet ama, sabah gazeteni okuduktan sonra, saçmalıkları ve bağışlanmayacak pislikleri gördüğünde ve yalnızca askerlik süresine ve Fas savaşına karşı çıkıp, sözde, ihtiyatları itiatsizliğe iten kişiler, bilinmeyen yerlerde otuz yıl, on yıl hapislere çarptırıldığında, bütün bunlara duygulanmak gibi olağanüstü bir yüzsüzlük göstermek yerine, çeneni kapa!

... Şiir yericilerin çok kullandıkları bir formüle göre, kullanım sırasında eşdeğerlilik kazanan ‘şiirsel çözümler’ ya da ‘mizahi çözümler’, hiç de gülünç olmayan anlamsızlıklardır: yeteneksiz kimselerin küçük taklalarına benzerler ve terimlerde çelişki yaratmaktan başka bir. şeye yaramazlar. Yenilerde, kaçış vb. kavramlardan yana olanlar ise, üçüncü sınıf öğretmenlerinin kelime hazinesinden topladıkları bu bayağı aptallıkları, lirik olduğunu sandıklan bir biçimde kullanarak eski etkinliklerine kavuştular. Gezgin satıcılar, biraz, şu matematik anahtarlarını andıran diziyle, tabldottaki beyni sulanmışlıklarla, gezgin satıcılıklar ve sahte şiirlerle tükenmiş bir gençlik, ve boyuna, yinelemenin soslarıyla lekelenmiş bir sistemin peçetesinin düğümlenmesi... Gülmecenin şiir için olumsuz bir koşul olarak kabul edilmesi, açıklıktan uzak bir deyiştir; fakat bu, şiirin olabilmesi için, mizahın, önce karşı şiir soyutlamasını gerektirdiği anlamına gelmektedir. Birden, bir makara iplik, mizahın içinde yaşama kavuşur, eğer şairseniz onu, ansızın güzel bir kadın ya da şarkı söyleyen mercanlar içinde dalgaların fısıltısı haline getirirsiniz; gülmecenin şiirin şartı olmasında dolaylı olarak söylemek istediğim işte buydu. Lautrea-mont’u saymazsak, büyük şairlerde ne büyük bir mizah vardır!

Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.

Eğer gerçeküstücü yöntem uyarınca kederli budalalıklar yazıyorsanız, ortaya çıkacak olan yalnızca kederli budalalıklardır.

Louis Aragon

1.6.10




"cayır cayır yanan alnımı okşamak için açılan ve dokunur dokunmaz ateşini alan o dost kollarına bininci kez neden geri dönüyorum? bilmiyorum gizli yazgını , ilgimi çekiyor seninle ilgili ne varsa. iblisin barınağı mısın değil misin, haydi söyle bana? söyle bana...
...söylemelisin bana, çünkü sevindirecek beni, insanın cehenneme bu kadar yakın olduğunu bilmek."

Lautréamont

2.5.10




Önce kendimi uçurumdan attım ve bir martıya dönüştüm.

Uyandım. Saat 3:25. Yanımdakini uyandırdım.

- Kalk gidiyoruz.
- Ne?
- gidiyoruz dedim.
- Nereye? Delirdin mi?
- O ağacın altına. Yekta olmaya.

Yırtıp atıyorum bu sayfayı. Umutsuzlukla farkediyorum ki anlatmak için öldüklerimiz, karşısında en çok dilimizin tutuldukları.

Şimdi, başka bir gecedeyim.

- hangi ülkeye gitsem eflatun diyorum.
- tamam, sevdim bunu. aklımızda tutalım.


ikinci perde:

Kadın keyifle zarları birbirine vuruyor,şansı dönmüş... Eskiden aşina olduğu bir çift göze doğru gülümsüyor... Ağızlarda çikolata tadı... Serin ve civcivli akşamları İstanbul'un... Nazikçe : birer sigara daha?

Birisi koluma dokunuyor. Yerimden sıçrıyorum. O son sigaralarla birlikte kağıda, elime, önümdeki kahveye, çok sevdiğim sarı bluzume, her yere kırmızı mürekkep bulaşıyor. Aklıma kırmızı mürekkep sıçrıyor. Adam ne yazdığımı soruyor, ben floresan ışığın beni çıldırttığını söylüyorum. Biletime bakıp gidiyor sonra.

son perde:

Klişelerden neden kurtulayım? Ben de diğerleri gibi kıskandığım kadınlar kadarım.

Seni o kitaplarda okuduğun ve sevdiğin kadınlar gibi soyacağım, bir adamı soya soya çekirdeğine inmek neymiş, ben de öğreneceğim söz. Sana hiç duymadığın şarkılar dinleteceğim, bilmediğin dillerde bilmediğin sözcüklerle geleceğim ansızın. Kapına kimsesiz kitaplar bırakıp kaçacağım, yerli yersiz saatlerde alarmım çalacak, kalkıp senin için bir sigara yakacağım.

Efkar, fikrin çoğuludur. Düşündüm, içinden çıkamadım.

Bu gece.. Bu gece ne mi olacak? Düşüme Yekta girecek ve avazı çıktığı kadar bana William Blake okuyacak. Bu ne kadar sürecek bilmiyorum çünkü Yekta yorulmaz, o sonsuza kadar annesini bekleyecek. Ama biliyorum ki o okuduğu müddetçe ben bir gün ansızın uyanacağım, atladığım uçurumun serinliği çarpacak yüzüme. Sonra martının kanatları yüzümü okşarken, yerle yeksan olmadan hemen önce, işte o zaman gerçekten varolduğumu bileceğim.

Çünkü ben Nükhet Seza'yım. O ev ile doğdum, yaşadım ve bu yüzden ilk ben öldüm. Sizden önce öldüm, Yekta'dan önce öldüm, Neyir'den önce öldüm, babamdan önce öldüm..