8.10.10



gözlerimi aralıyorum hafifçe, lütfen artık tavandan yüzler damlamasın. hasta gibiyim, yoksa gerçekten hasta mıyım, sol elimi kaldırıyorum önce, yüzüme yaklaştırıyorum, alnımı elliyorum, olağandışı bir şey yok. lakin her şey toz rengi bir tülün ardından belirir gibi, fırtına öncesi bir sessizlik hissediyorum ama yine de emin olamıyorum, fırtına sonrası da olabilir mi? ben neyin savaşından çıkmışım da bu denli yorulmuşum. başımı sağa doğru çeviriyorum. kırmızı masanın üstü her zamanki gibi keşmekeş, dibi lekeli bardaklar, yarım kalmış tozlanmış sular, birkaç elektronik aygıt, içinden kaçıncı defa illuminate my heart,my darling çaldığını hatırlayamadığım bilgisayarım, annemin bana yazdığı yemek tarifleri defteri, benim kendi not defterim, tutunamayanlar. gözüm kitaba ilişince hızla kafamı çeviriyorum, içimde bir şeyin sızladığını duyumsar gibiyim. dışarıda bir kargaşa var, apartmanın sigortası mı atmış ne,insanlar ellerinden alınan 'aydınlanma' hakkının olabildiğince çabuk geri verilmesi için koparıyorlar bu patırtıyı sanırım, evet karanlığı hatırlıyorum ve kalkıp mum yaktığımı da,ne kadar zaman önce olduğunu kestiremiyorum lakin, arada bir film izlediğimi, bir rüya gördüğümü ve onunla konuştuğumu hatırlıyorum, bunca zaman içinde o ufacık mumlar nasıl bitmemiş?

güçbela çıkıyorum yorgan,battaniye ve kat kat giysinin altından. kim ne ara örtmüş bunca şeyi benim üzerime? içlerim titriyor, dudaklarım kupkuru, ellerim sararmış yaprak gibi, bir darbede hışırtı ile bin parçaya bölünecek. yatağa girişimi ve diğer hiçbir şeyi an'sımıyorum, hepsi masmavi ışıklar içinde boğulup gitmiş. üzerimde ne var diye bakıyorum, pijamalarım, rahatlıyorum biraz. kendime eğilirken saçlarım kaplıyor birden her yanı. bir gün uzamış bunlar yeter dediğim diğer gün daha uzamalı diye söylendiğim kıvırcık yığını boynumdan, omuzlarımdan, dolandığı kolyeden sıyırıp tepemde topluyorum, bu kadarcık hareket bile yoruyor beni yeniden. hiç yapmadığım bir şey yapıyorum elimi uzatıp masadaki her şeyi yere fırlatıyorum birden. sandığımdan daha büyük bir gürültü çıkınca utanıyorum. ev uyuyor çünkü. ama uyumayan biri var. sürekli benimle konuşan biri. en başından beri yatağın karşısındaki kanepeden beni izliyor. sigara üzerine sigara yakıyor, yüzünde bilmiş bir bakış, dudaklarında müstehzi bir gülümseme var, onu görmezden geldikçe artıyor bu. bir şey söylemeye hazırlandığını hissediyorum, ağzını aralayıp aldığı nefesi duyduğum anda kendimi odanın dışında atmak isteğiyle ayağa kalkıyorum, başım dönüyor, tansiyonuma bir dakikalık saygı duruşu. ve yine tavana bakar buluyorum kendimi, bu kez sol elimi bile kaldıramıyorum. o ise bulduğu bu boşluktan ustaca yararlanmayı bilerek beklediğim cümleyi söylüyor,

- bunu sen istedin.

ah bir konuşabilsem. ben sesimi kaybettiğimden endişelenmeye başlarken tozlanmış sulara ilişiyor gözüm. alıp içiyorum birini. boğazımı acıtıyor, su değil, ne bu?

- bu şehirde bu mevsim ilk yalnızlığın. son olmayacağını ikimiz de biliyoruz. o buz gibi ellerini alıp nereye kaçacaksın nükhet?

- allah aşkına sus. bunu ben istedim, benim cezam bana yeter, bir de sen çıkma başıma.

yatağa giriyorum yeniden, yorganı tepeme çekerek. ağlasam ne rahatlarım ama ağlamak bile başka bir zamana aitmiş gibi şu an. hiç ses yok. bilgisayarın şarjı sonunda bitmiş, davetsiz misafirim gitmiş, elektrikler gelmiş, insanlar susmuş. bir tek odamdaki saatin sesi geliyor. takriben 2 dakika saniyeleri sayıyorum sonra başlıyorum şarkı söylemeye,

dedim ya sana, kırık pusulayım ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder