12.11.18

Unutulacaklar İçin Ağıt.




1.
darmadağınık adımlarında iki yakası bir araya gelmeyen danslar,
kolumda şıngırdayan prangalarda dilsiz, kör yansımalar;
özür dileyerek ödünç aldım bir kadeh şarap geceden
uykuma veresiye sarhoşlukla ettim ver yansın
yansın fa sesi, mi kubbesi, ellerim yok, burada mısın?
içimde bir ateş var nasıl anlatsam çoğul ekleri 
yetmiyor bırak yüklemleri kalsın mastar halleri.

2.
yaptım bir ev kendime, yarım bırakılan filmlerden
hırpalarlar diye yapamadım alıntı en sevdiğimden
bana sorarsan utandım yeryüzünün şehla gözlerinden
şaşırdım soyununca bir trapezci düşerken içimden
bir baktım ki göğüs kafesim sekiyor yerlerden
korkmayın kırılmamış, kalbim en kaliteli plastikten.

3.
adımı haziran koydum, bilmezsiniz, ben henry'nin ikinci karısı
gözlerim mosmor, ellerimden akar pembe bir uykusuzluk
sokakta bir şişe şaraba ettim takas, cinlerini ruhumun
güle güle, sevgilim, sularıma zehir karıştıran atlasım
30 paris, kabaresinde bir ağızlıklı sigara, sorsan kimsesizim
daha ellerimde yok dövmem, olmamışım şahidi kendimin
tebdil-i kıyafet ayın ikisi, resmini çizeceğim, otur yanıma sevgilim

4.
istifa mektubum eder haftadan istifade
kaçıyor dublörüm, hani hayat çiftleyecekti beni?
hani temiz kan gibi akardı damardan, hani eskimezdi sesi?
hani şair değildin sen, nereden geldi bu değirmenin dizesi?
bitmek bilmeyen unutma korkusu neşeli şarkılara gömülüyor
görmüyorum sanıyorsunuz, geçtiğim her yere gömdüm ben gözlerimi
ansızın doğan hayvanlar güzeldi hani, neden kandırdınız beni
ansızın doğunca en yaralı hayvanları içimin
neden kızdınız efkarımı körükleyen rubailer gibi

5.
kemirgenlerim kemiriyor kem gözlerimi
onlar, kemiriyorlardı, çünkü neden olmasın
tebessüm etmen için yazmadım, kaldıysa tebessümlerini
dalları bahar basmadan, sakince toplarsın. 

6.
atlar bütün cümlelerin gizli öznesi, atları da vuracaklar
ben sana hangi atı vurduğumu söylemeyecektim
söylemeyecektim mendebur bir raydan çıktığımı
yola yürüyerek devam edeceğimi, serseri vagonlara sarılacağımı
hiç ama hiç 
bilmeyecektin

7.
oysa kehanet buydu ya, affedilmek dokunurdu 
ilmek ilmek, boynuma dokunurdu kement
günlerden perşembe, mahalleyi tanıyamıyorum, hangi kent
niçin nobran buluyor insanlık beni
niçin bedbaht kadehte kurumakta olan son dem
boğazımda bir kara delik, niçin duruyor cümleler
aramızda, uzun boylu esmer bir ceset gibi

8.
ciğerimde büyüyen çiçekten siz sorumlusunuz
tohumun kopardığı vaveyladan, çıkardığı debdebeden
ağır ağdalı paragraflardan, japon güllerinden
bütün çirkinliklerden siz sorumlusunuz, devirmeyin cümlelerimi
devirmeyin canımı, canımın bardaklarını
müphem konuşur sabahlar, sesim ipek bir sabahlıkta eskir
en iyisi siz itin beni usulca, hiç sahip olamayacağım nesneler diyarına.

9.
çirkin betimlerde bertaraf etmiş busesini
söylesenize,

cümlenin ortasında bir paratoner tutar mı deliliğimi?

10.
göreceksiniz
ortancalarım o kadar büyüyecek ki
sığmayacaklar kapılardan.

18.7.18

Feux.

bir sessizlik vardı paylaştığımız,
ekmeği bölüşsek bu kadar mutlu olmazdık. 

yalnızlık neyden ibaret, her yerde bronz heykeller görüyorum, nalları dikmiş bir kadeh ayağımın dibinde kıs kıs gülüyor, seninle bütün şarkılar siyah, dünyanın en mutlu mutsuzuyum yanında, dehlizlerinde volta atıyorum, bütün bütün çıkıyor cümleler ağzımdan bu cumartesi akşamında, o fotoğraflarda mutlu gülen sen değilsin, bu kimin geçmişi, yine 'ben' diye başladığım bir cümle daha sana devrilmiş, yine dizlerimi senin dizlerime yanaştırmışım -yanarız dokunsak- yine sessizlikte keramet, yine temposuz bir akşamda tempolu şarkılar, e-5'i kaçıncı kez arşınladığımız yağmurlu bir cuma akşamı, sus diyip adınla başlıyorum diyor şair, git başımdan aysel diyor ben güldükçe gülüyorum, beni bir kez sevdi önce anlayamadım, ikinci kez sevdi iki hafta ruhumda diş izleri, ben muhtemelen bu satırı daha sonra sileceğim, çünkü ben o satırı da hayatımdan iki kere sildim, yine dizlerimi dizlerine yanaştırmışım, güzel güzel konuşuyoruz, o gün güneş var işte, sardunyalar var, hayatta bizden daha kıymetli şeyler var, hayatta bizden daha kıymetli şeyler olduğuna beni ikna etmeye çalışıyorsun, evet diyorum olmadığını bilerek, dört metrekareden ibaret dünya bir bulutun kenarından sallanıyor, bir zamanlar güzel bir kız yaşardı, çok düzgün yürüse de aslında tamamiyle aksaktı, rüyalarında renkli kuşlar görür sabahları suya anlatırdı, yalnızlık neyden ibaret, kaç kalem var gol atabileceğim, ben bu erkek muhabbetinin neresindeyim, istesem hayatının bütün duvarlarını aşağıya indiririm, yıkarım kumdan kalelerini, bunu bilmek bir nebze içimi rahatlatıyor, sevmek birine her şeyi yıkması için sonsuz yetki vermektir, aşk ise o yetkiyi kullanmamaktır diyor içimdeki ses, yani bütün bunlar çok kötü, yudumlar boğazıma sıralanıyor, 

zehirli iğnem uykusunda bekler, 
kalbin yuvasında ürperirken kozalaklarım, 
meyan köküme hayal meyal bir buse kondurur, 
dokunmadan öpersin beni sabah akşam, 
sıvanmış kollarında dirseklerine kadar kan, 
bazen de suçlar beni cinayetle bir kör bıçak, 
delili yok ancak belki bir ardıç sesi, 
sarhoş elleriyle uzanır bana der ki: 
bütün yemişlerini / bana vereceksin / dallarının.

göz gözeyiz elmacık kemiklerinle en kırılmaz yerlerinden, mızrabım dile gelse makamını bilmez, mihrabım yerinden oynasa iflah olmam, artık ben bu mavi suyun bağımlısıyım, al beni tavan arasında sakla, beni herkese haykır, beni bir sır gibi uyut, dut mevsimidir şimdilerde, sakın üstlerine basıp geçme, sarıyor beni yüzünün gizemli zayıflığı, baktıkça göz izleri var yüzünde, dalga dalga yayılan bir gam halesi, avucuma patlattığım bir gülüş gibi geçti kış bize değmeden, şair diyor ya, -bugün çarşamba, eve gitmeyi unuttum- günah yazmasın odam, doğrudur.

bir çekirdeğin vardıysa ben oraya inmek istedim
varsın dünyanın sonu ateşlerden gelsin. 


21.4.18

Kemiğe Övgü


Sütten kesilmiş parmak kemikleri çatırdıyor önce iki çarkın arasında, dişliler yaylanıyor tramplenden üzerine deli gömlekleri yağdırırcasına ve bir ombutsmana sırtını dayayarak iki düzlem arasından sürtünerek geçiyorsun, eşeysiz üreyerek, doğum sancısı nedir bilmeden devirdiğin sokak saksılarından gübreler yerlere saçılıyor, rüya gördüğünü görüyorum, seğiren ağzından yastığa kehanetler saçılıyor, kalkıp bütün evi dumana boğuyorum, önce telefon rehberi ve fiskosu yakıyorum nedenini yalnızca sen biliyorsun, çarklarla dişliler arasına kedi bağırsaklarından yapılma bir tel bırakıyorum, payitahtında la minor yalanlar tekrarlanıyor, aortta yumruk büyüklüğünde bir el bombası infilakına günler kala alarm veriyor, seni tutup bir uçurumdan aşağı bırakmalı, sana rus bir sokak lambasından radyasyon bulaştırmalı, seni bir mağrip çölünde mürekkepsiz bırakmalı,

Tırnakları üzerinde yükselttiği dünya ne kadar da nazenin, ilkel benliklerde top koşturan sistem düzlükte kafiye arattırıyor, nükhetlik nüksediyor, aritmik kaldırımlarda bozuk bir yemek gibi mideyi yakan ışıklar kusuyorum, çelik gibi sinirleriniz var nasıl imrenilesisiniz, dut yaprağı yiyip semirmiş böcekler kadar görgüsüz, anne ben mavisinden istiyorum, bir kaşık da şundan, başımın üstüne kitap koy da yürüyeyim, kafam rahle-i doktriyan, emanet cümlelere kelimeler icat edeyim, emret sözgelimi tren raylarına, sen oltacı eyüp’ü ne bilirsin ömründe parşömen görmemiş, derken bir yazarın tükürük hokkası kibrine muntazam bir açıda devrilse de, derken bir ağaç sanki tabuta kesileceğini bilirmiş gibi dev bir adama arz edilse bile, metaforuna bal dök yala, hezeyanlarına bir son verip asayişi berkemal eyle salt durarak, ayıkken sana çirkinlik akıyor dünyadan ve bu maruzattan,

Lafta örgütleniyor imla katili post travmalar, serumuna şaheser katılıp çeliğe verilen su kurusu tozu dumana katar, ah bir hecesi taştı galiba ağzımdan, don ve volga ırmaklarından, kuduzluğuna şüheda bir tavır gibi yapışırsan, serseri, açamadığın kavanozları kırdırır sana bu hayat.




8.4.18

pandora'nın gemisi.

ben dağı aşıyorum, dağın ardından dağ çıkıyor sevgilim.

sen kapıyı kapattıktan sonra geçen on dakikada çok şey değişti. dağılmış eve, eşyalara, koltuğa baktım. evde yaralar vardı. yarasını alan bana geliyordu, kimine git diyordum, kimine kal. ben yaramı sakladığım için beni kalpsiz sanıyorlardı, oh ne güzel. ben istedim ki, sesimle seveyim, sessizliğimle ağırlayayım, olmadı. kapıyı kapattıktan sonra geçen beşinci dakikada kafam tamamıyla uyuşmuştu. bembeyaz bir karınca ağır ağır yürüyordu içimde. başımı kendi omzuma indirdim.

kahve fincanından hala duman tütüyordu. elimde sadece bir tişört kalmıştı.
tişörtü üstüme giydim. vedalaşır gibiydim. istemiş ve alamamıştım. yaramı alıp yanına gidebileceğim kimse yoktu. ben de, yoktum. benim yerimde başkası oturuyordu şimdi.

her şey aylar önce bir kış gecesi kırılan bir kadehle başlamıştı.
her şey aylar önce birinin bana kaba, nobran ve bencil birisi olduğumu söylemesiyle başlamıştı. bunu yazıyorum çünkü artık her şeyin nereden ve nasıl başladığını, beni şimdi olduğum çukura iten çığın titrettiği ilk toprağı anımsamam gerek. kendimi, paspas altlarına süpürmekten vazgeçip, olduğumu sandığınız kadın üzerinden tanımlamayı bıraktım bırakalı, bütün kötülüğümle kendimi kabul etmeye karar verdiğim o bulutlu sabahtan beri, çok yol kat ettim.

başımı kendi omzuma indirdim, fincanlarımızın yan yana bir fotoğrafını çektim.
sen yürüyordun, kadıköy'de işler yürümüyordu. soranlara artık hiç iyi değilim diyordum.

insanı paramparça eden şey, sevgisizlik değil, sevginin ta kendisiymiş.
şefkatin kendisi, beni bin parçaya bölüyor, parçalarımı dünyanın bütün çöllerine savuruyordu. yarasını alan bana geliyor, merhaba demeye kalmadan olanca ağırlığıyla üzerime çöküyor, beni boğarcasına öpüyor, bana dünyanın en güzel kadını olduğumu söylüyor, çeşitli tasvirlerle beni yüceltiyor, literatürde, şarkılarda benzerlerimi bulup çıkarıyordu, kimse bana bunları duymaktan mutlu olup olmadığımı sormuyordu, üst üste biriken paragrafların ağırlığı altında eziliyor, kendimi nereye koyacağımı bilemiyordum.

hepinizi gördüm, ne güzeldiniz, hep orada gibiydiniz, oturuşunuz farklıydı, fincanı tutuşunuz, sigarayı yakışınız, kendinizi anlatışınız, yan yanaydık, yo hayır, iç içeydik ancak hiçbiriniz yardım edemedi bana.

en sonunda, iskelede oturup ayaklarını suya sallarken bana bakıp şöyle dedi birisi,
-bu gemi ne zamandır hurda?

başımı diyorum, kendi omzuma indirdim. öfkeliydim.
kendi gözlerimi çıkarmak istiyordum.
herkes bakışların diyordu, bir de ellerin.
ellerimi ve gözlerimi bağışlamak istiyordum.
yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyordum, kimse beni dinlemiyordu. kimsenin beni dinlemediğini farkettiğimde çok geç olmuştu.
öfkeliydim, bu öfke bana yakışmıyordu.
her sabah makyaj yapar gibi giyiyordum üzerime öfkemi.
öfkem, kalbime beş beden büyük
öfkem, bedevi bilmediği çöllerde
öfkem, sizin dilinizi konuşmaz.

oturup düşündüm, bir sancıydı bu.
oturup bunu mu düşündün diyeceksiniz, tabii ki hayat bir sancıdır diyeceksiniz,
ama evet oturup bunu düşündüm. çektiğim sancıların ardından ne geleceğini merak ediyordum, bir çöl mü doğuracaktım, bir nehir mi, tedavülden kalkmış bir gezegen mi?

''yalnız ölmiycem di mi?'' gibi çocuksu bir dudak bükmeyle telaşemi adlandırmıyorum. yalnız yaşamayacağım değil mi? diyorum kendime aynada. yalnız yaşamak, yalnız ölmekten daha zor, daha anlamsız geliyor.

içimin hararetini alacak, susuzluğumu dindirecek bir şey bulamıyorsam günler geceler boyunca, bütün bu şarkılar, bütün bu kitaplar, bütün cümleler, bütün bu arayış neden sevgilim? her şey sen yarım yamalak bir sarılmayla beni kandırdığını sanarak çıkıp git diye mi? kapının çıt sesiyle, aylardır biriken bütün tozlar, bütün tuzaklar, çirkin süsler gibi duvarlardan sarkıyor, birbiri ardına beliren yüzler, kötü bir casting ajansının elinden çıkmış alelade bir jenerik gibi kapının arkasında kıvrıla kıvrıla akıyordu, bu ağır ağdalı, debdebeli gösteriye bir fon müziği bulmaya çalışıyordum, kafamda tek bir melodi bile yoktu. kafam tamamıyla uyuşmuştu. bembeyaz bir karınca yürüyordu içimde.

istemiş, alamamıştım. birisi, hepinizin intikamını almıştı. 

"Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışında kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış..."

hatırlatın da, haziran'ın onsekizinde gençliğimi yakalım.
benim yerimde bir başkası oturuyor şimdi.


18.2.18

Evangelis.


senin kedilerinin genellikle hiç canı yok evangelis,
kapıları sessiz, sıvaları dökülmüyor yaptığın evlerin,
hapishanelerinin duvarında işkenceler birikmiyor
küçük evlerin büyük kızlarıyla sevişmeyi iyi bir halt bilsen de
sandığından daha üzgün çocuklar doğuruyorsun her batında
senaryoda boşluklar bırakmayı hiç sevmiyorsun sen,
çünkü boğazına birinin saçları dolanıyor her nefes aldığında
ömrün başkalarının acılarına balıklama dalmakla geçiyor
korunmasız dalıyorsun, tuzlabuz, ¡Ay, Carmela!
bir şarkı açayım derken piyanoyu öptüğünle kalıyorsun
bir kuş vurayım derken bindiğin dala tükürdüğünle övünüyor
en sonunda dağları delip yol yaptıklarına ısrarla şaşırıyorsun.


belki benim gökten gördüğümü sen yerden toplarsın evangelis,
belki yüzümüzün orta yerine bir kriz masası kurup kaçarlar
belki deprem olur, devlet yanılır, ilke ve inkılapların aklı karışır
kraliyet sarayında yangın çıkar, bir opera bestelenir
sen yokken belki senin hatalarını gözden geçirir birisi
gözünü filmden ayırırsan sevdiklerine olağanüstü haller bile olur
ansızın kimi ağızlar devrildikleri yerden slogan atmaya başlar
bakarsın çirkin gökdelenler gibi yükselir içimizde başkalarının öyküleri


belki cami duvarına birlikte işersek dost olabiliriz evangelis
kuzeye bakarız uzun uzun, birkaç satır şiir okuruz
suya ekmek doğrarız, azla yetiniriz, balkonlarda otururuz
güzel çocuklarımız olursa evlatlık vermeyiz evangelis
sansürsüz çiçekler yetiştiririz, hiç sulamayız onları
bir mevsime asılı kalır, korkularımızı satarak zengin oluruz
vahşete davetiye çıkarırız, kurt besleriz evimizde.


bizi birbirimize vermezlerse terör örgütü kurarız evangelis,
bir tatlı huzur almamıza izin verirler mi dersin kalamış'tan
canım gene mi yakamoz, gene mi toprağa basalım, gene mi yeşil
allahla arama gir, dalgadan korkan gemilere yüzmeyi öğret
ateş yutanlara dublör ol şehri istila eden sirklerde
richter ölçeğini yanılt, anneleri pencereden indir,
pencereler sarkarken sokağın kenarına düşülmüş bir dipnot gibi
gör ki taç giyme töreni var devrim yapan yalnızlığımızın
narın uğuru bize teğet geçiyor, yalın yokuşta çatırdıyor kemik
ağır küfürler götürüyor son görüştüğümüz yerde kan gövdeyi.


çünkü ellerimi hiç affetmeyeceğim evangelis
pimini çektiği için
ikimizin hapsolduğu o bombanın

21.1.18

sonun başlangıcı.





kusursuz ilmihal
gövdemden ağır ağır sarpa saran bir buhran
nezlesinde bildim, çiğdi söz
durmadan eteklerine dolandım ve inandım
iki artı bir ağıtlar kopardım 
peşisıra kaşıklarda kopan fırtınalara rağmen
bir çay kaşığı suya, boğulmanın bütün travmasını anlattım.

ölmeyi müteakip asfaltlar sentezleyerek bozdum bu karanfili. 
betonumun harcını karan cehalet bir tuttu iki tekerleğimi
topalladı ve düştü yük.
dile geldi kambur
vaziyetin vehametini süpürdüğüm vasat altlarında,
derzlerden yürüdüm.
evlere sıvandım.
kalbimin betonarmesi oldum.
ağzının kenarına ağza alınmayacak öpücükler kurdum 

örümceklere bürünen 
bedenlerin ve varlıkların
âlâ bir suya batıp batıp 
çıkamadıkları o karayı ilk gördükleri anı,
kendi fotoğraf makinaları olan sakat elleriyle
ve bilhassa tereddütle karşılamaları.

korktuğu gerçek olmalı
- siz, aynaya bakmışsınız?
-..